Mustafa Kemal Atatürk’ün büyüklüğünü, çağını aşan ileri görüşlülüğünü bir kez daha ortaya koyan gelişme:
Fransızlar bu günlerde “cinsiyetsiz adılı (zamir)“ tartışıyor. Ünlü sözlük Le Petit Robert’i hazırlayan dilbilim kurulu; “o” anlamındaki, erkek için “il”, kadın için “elle” adıllarını birleştirip “iel” diye bir adıl kullanmayı önerdi.
Öneriyle çağ dışı kadın – erkek ayrımının, dilbilgisinden de kaldırılmasını amaçlıyorlar.
Atatürk, Fransızların şimdi yapmak istediklerini, en az 89 yıl önce düşünüp uygulamıştı. O, Türk Dili Tetkik Cemiyetini (şimdiki adıyla TDK) kurduğunda, yıl 1932’ydi. Atamız, Türkçede eril – dişil ayrımı olmasına karşı çıktı.
Öğretmenlere seslendiği bir konuşmasında:
– Size neden sadece ‘muallimler’ dediğimi; ‘muallimler ve muallimeler’ diye seslenmediğimi merak etmiş olabilirsiniz, diyordu. Ardından, dil seferberliğine girişmişken bir de (Arapça kökenli muallim – muallime, gibi) Türkçeleşmiş yabancı sözcüklerin ‘eril – dişil’ ayrımına girilmemesi gerektiğini söylüyordu.
Atatürk’ün bu örnek tarihsel duyarlılığının altında, kadını her alanda erkekle eşit kabul eden, çağının ötesinde bir uygarlık anlayışının yattığını, o dönem ve sonrasında çıkarılan yasalar da gösteriyor.
Her fırsatta anımsattığımız gibi, altını kalın çizgilerle yine çiziyoruz:
Kadının, 5 Aralık 1934’ten başlayarak milletvekilliği için seçme ve seçilme hakkına kavuşması, bu arada tek eşlilik, resmî nikâh, miras hakkı… aynı uygar anlayışın ürünleri.
Kadınlarımız asla aymazlığa kapılmasınlar; Türkiye, bütün bu hakların birer birer ellerinden alınacağı bir düzene doğru sürüklenmek isteniyor.
ERKEĞİYLE OMUZ OMUZA
Biz Türkler, Orta Asya’da yaşarken yoğun Arap akınlarına iki yüzyıl boyunca karşı koyup İslamiyeti kabul etmedik.
Bu direnişimizde, ‘ataerkil bir toplum olmayışımızın’ payı vardır, diye düşünüyoruz.
Türk kadınlarının, ileri hamilelik dönemlerindeyken bile at üstünde, elinde ok yay’la, erkeğiyle omuz omuza çarpıştıklarını, Batılı gezginlerin seyahatnamelerinden ayrıca Çin kaynaklarından öğreniyoruz.
Öte yandan, on beş yüzyıl öncesinin Arabistan’ında, örneğin Hz. Muhammet’in de mensubu olduğu Kureyş Kabilesi’nde, kız bebeklerin çöl kumlarına diri diri gömüldükleri bizim kuşaklara ilkokullarda anlatıldı.
İslamiyetle bu vahşete sona verildiğine inanılıyor. Ama, kız bebelerin kalan sağlarından beklenen; daha çocuk yaştayken erkeğin çok eşlerinden biri olarak onun ‘dinen caiz’ görülen dayağına sessizce katlanmak, “tevekkül etmek”…
Arapça “vekl” kökünden türeyen “tevekkül”; her şeyi Yaradan’a, yazgıya bırakma, yazgıya boyun eğme, her şeyi Tanrı’dan bekleme, anlamına geliyor.
Kendi ‘erkeği’ ya da içinde bulunduğu toplumun ‘erk(ek) sahipleri’ de kadın için
-haşa- sanki Tanrı’nın yeryüzündeki ete kemiğe bürünmüş birer sureti!
Yine, yeri geldikçe hep vurguladığımız gibi, ‘herkesin dinsel inancına ya da inançsızlığına’ elbet saygılıyız.
Alman düşünür Kant (1724 – 1804) iki yüz elli yıl önce yazmış:
“Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık.”
Kant‘ın ‘zahmete katlanmaktan‘ kastı düşünmek, sorgulamak…
‘SÜT İÇME, DUA ET’
Sokrates’e (İÖ 470-399) mal edilen bir görüşe göre de “Cahillerle demokrasi olmaz.”
Doğru düşünce ve sorgulama; bilimsel esaslara göre eğitilmiş, sağlıklı insanların harcı.
Arapça kökenli “zamir”in bir anlamı da ‘içyüz’.
Kendisini yönetenlerin ya da yönetmeye aday olanların ‘içyüzünü’ anlayabilecek kuşaklar yetiştirmenin yolu elbette cahillikten geçmiyor.
Türkiye’de 4-6 yaş arası çocuklara, haftada altı saat din eğitimi veriliyor. Sözü eğip bükmenin gereği yok; tarikatlarca yapılan bu uygulama giderek resmiyete de kavuşturuluyor. Şöyle:
Son yedi yıldır Millî Eğitim Şûrası (danışma kurulu) toplanmıyordu. Sonunda toplandı ve ‘istim arkadan geldi’; Şûra’nın aldığı ‘tavsiye’ kararlarından biri, 4-6 arası çocuklara ‘din eğitimi’ verilmesi oldu. ‘Okul öncesi ulusal eğitimin zorunlu ve ücretsiz olması’ önerisi ise kabul görmedi.
BirGün gazetesinden Yaren Çolak’a (1) konuşan Çocuk Psikoloğu Belgin Temur, “çocuğun gelişim düzeyi için ‘pedagojik mantığın’ dikkate alınması gerektiğini” belirterek şunları söylüyor: “Din eğitimi, aile içinde verilmeli. Okulda öğretilecek bir şey değil. Ahlak ve etik bambaşka tabii. O da 8-9 yaşından itibaren düşünülebilir. Onun dışında da doğrular yanlışlar, iyi insan olmak, doğaya, çevreye duyarlı olmak öğretilir. Ve bunları bir şeye borçlu olduğu için değil de insan olduğu için yapması öğretilir. Allah korkusu diye bir şey var. Oysa (çocuk) korkudan önce sevmeyi öğrenmeli. Bunu öğrenmenin yolu da aile. (…) Bu yaştaki çocuklar, olup biten şeylerden kendisini sorumlu hissediyor. Bizler onlara ‘hata da yapabilirsin’i öğretmeye çalışırken dinde affedilme yok.”
Öte yandan, İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB), kentin derin yoksullukla boğuşulan kesimlerindeki çocuklarımızın kemik, diş ve özellikle de beyin gelişimleri açısından çok önemli bir hizmet yapıyordu. 3-6 yaş arasındaki her çocuğa haftada iki litre olmak üzere ayda sekiz litre süt dağıtıyordu.
Ve “Bu kadarı da herhâlde olmaz!” dedirten gelişmelerden biri daha geçen hafta yaşandı; Sayıştay, “mevzuata aykırı” olduğu savıyla İBB’nin süt dağıtımının engellenmesine karar verdi.
Ne diyeceğimizi bilemiyoruz; çünkü, kişisel söz varlığımızda, bu kararı verenlerin / verdirenlerin zamirine (içyüz) uygun bir tepki sözcüğü bulamadık!
DİL YANLIŞLARIMIZ
Değerli yazın (edebiyat) eleştirmeni Semih Gümüş’ün, çok sevdiğimiz bir sözü:
“Ölülerin yaşadığı tek mekân, insanın anayurdu dildir.” (2)
* Bir siyasal parti lideri; 3 Kasım 2021 tarihli grup toplantısında İstanbul Sözleşmesi’nin yürürlükten kaldırılmasıyla kadına şiddetin arttığına dikkat çekerken ‘olumsuz yanıt’ anlamında birkaç kez kullandığı “hayır” sözcüğünün hep ikinci hecesini vurguladı. Bu anlamıyla “hayır; karşılıksız yardım, bağış” demek.
Benzer biçimde, pek çok haber sunucusunun düştüğü sesletim yanlışı: Her iki hecesi de kısa olup ilk hecesi vurgulanan “hayır”ı (evet karşıtı) “Haayır” diye söylemek.
* Müzisyen Civan Gasparyan’ın (1928 – 2021) anıldığı bir tv izlencesinde ekrana iri puntolarla yazılan başlığı (KJ) görünce gülmekten kendimizi alamadık;”Duduk Öksüz Kaldı”
Ermenilerin geleneksel üflemeli çalgısı “duduk”un virtüözü sayılan Civan Gasparyan, -toprağı bol olsun- bir erkek sanatçıydı. Erkek ölünce de çocukları (mecaz anlamıyla sevenleri) “yetim” kalır.
GRAM GRAM ‘EPİGRAM’
Demokrasi şehidi Ali İsmail Korkmaz
Kabrinde artık huzura erer;
Onur Ödülü’nü çarptın ya katillerin yüzüne
Sen bin yaşa, sanatçı Nur Sürer.
1) BirGün (internet), 5 Aralık 2021
2) Semih Gümüş; “Okumak ve Yazmak”, Notos Kitap, sayfa 102