‘EN UZUN GECE’ BİTTỈ Mİ?

Kışın dondurucu ayazından yakınan Nasrettin Hoca’ya biri, takılmış:
– Hocam yazın yandım, kışın da dondum diyorsun. Ne olacak senin bu hâlin?
Hoca, soruya soruyla karşılık vermiş:
– Sen benim ilkbahar aleyhinde konuştuğumu hiç duydun mu?
Zemheri bilgesi (!) Ayaz Ata’yı düşünürken bu hoş fıkrayı anımsadık.
Kimileri, biz Türklerin, tarih sahnesine ancak İslamiyeti benimseyince çıkabildiğimiz saplantısından bir türlü kurtulamıyorlar.
Oysa binlerce yıl önce de biz bu sahnede vardık.
Üstelik günümüzde “yaratılanı severiz, Yaradan’dan ötürü” deyip masum aydınlara yaşamı ‘zindan’ eden; doğaya, yeraltı / yer üstü kaynaklarımıza ‘hunharca’ kıyan sözümüz ona dinibütünlerin anlayamayacakları bir ‘ortak vicdan’ sahibi olarak…

MİLLÍ DEĞER: ‘NARDUGAN’

Dört gün önceki 21 Aralık, “en uzun gece”ydi, biliyorsunuz.
Eski Türkler, her yılın 22 -24 Aralık arasındaki dönemini, Nardugan (doğan güneş) Bayramı olarak kutlarlardı.
Kutlamanın dayanağı, bilimsel:
22 Aralık’tan başlayarak geceler kısalıp gündüzler uzuyor. Atalarımız bu durumu, “aydınlığın karanlığa karşı kazandığı utku” diye yorumluyor. Ve tanrı Ülgen’in, güneşi daha fazla göstermesini, kendilerine verdiği bir armağan’ sayıp kutluyorlar. Güzel giysilere bürünerek en yüksek tepedeki akçam ağacının çevresinde toplanıp dualar ederek Ülgen’in ‘yaşam kaynağı’ armağanına kendi bıraktıkları armağanlarla karşılık veriyorlar.
O törenlere, bölgenin en yaşlı ve saygın kişisi önderlik ediyor; yukarıda, şaka yolu ‘zemheri bilgesi’ dediğimiz kişiye “Ayaz Ata”
adı veriliyor.
Kazak-Türk yazınının en önemli adlarından şair / müzik insanı Abay Kunanbayev’in (1845-1904) Ayaz Ata’yı betimlediği şiiri:
“Ak giyimli gövdeli, ak sakallı/ Kör ve sağır tanımaz diri canlı / Üstü başı ak kır, rengi soğuk/ Bastığı yeri gıcırdatıp, gelip kaldı. /
Nefesi tipi, ayazla kar/ İhtiyar baba: Kış, gelip hüzün saldı. / Uçmaz külahını ok gibi dimdik yapıp / Ayazla kızarıp parladı. / Bulut gibi
kaşları kapamış iki gözün / Başını silkse kar yağdırıp seni zorladı.”

“YILBAŞI KUTLAMASI HARAM’!

Sözü nereye getireceğimizi anlamışsınızdır.
O makamda oturmasını borçlu olduğu “Atatürk’e lanet okuyan ilk ve tek Diyanet İşleri Başkanı”nın verdiği yeni fetvaya! Kendileri, Cuma hutbesinde hepimizi, ‘İslam dışı geleneklerden kalan figürlere özenmemeye’ çağırdı ve yılbaşını kutlamamızı “haram” ilan etti.
Hutbenin devamında da ‘dinler tarihi’ çamı devirerek şöyle dedi:

“İşin en mantıksız tarafı ise insanları Hak ve hakikate davet eden bir peygamberin doğumu, onun getirdiği değerlere aykırı olarak bazı aslı, esası olmayan isimlendirmeler bağlamında kutlanmak istenmesidir. DolayısıIyla helal – haram ölçülerine riayet edilmeyen ve mahremiyet sınırlarını aşan her türlü eğlence ve anlayış, inancımıza aykırıdır, günahtır.”

NERESİNDEN TUTSAK…

Diyanet işleri Başkan’nın bu sözleri bize bir fikrayı çağrıştırdı.
Adamın biri, din bilgisini hafife aldığı kişilere “kurban” konusunu anlatıyormuş:
“Çocuğu olmayan Hz. Davut, Allah’a dua etmiş ve ‘Yarabbim bana bir kız çocuğu ver, onu sana kurban edeyim.’ demiş. Duası kabul olunan Davut, bebeğine Ayşe adını koymuş. Derken, çocuğun kurban edileceği zaman gelmiş. Hz. Davut kızı yatırmış, tam kurban edecekken Azrail gökten bir keçiyle çıkagelmiş ve ‘Kızı bırak, al bu keçiyi kurban et!’ demiş.”
Dinleyenlerden biri dayanamayıp patlamış:
“Yahu, söylediklerinin neresini düzelteyim! Hz. Davut değil Hz. İbrahim, kız değil erkek, Ayşe değil İsmail, Azrail değil Cebrail, kurban edilen de keçi değil koç…”
Diyanet İşleri Başkanı’nın yılbaşıyla ilgili sözleri de birden fazla yanlış bilgi içeriyor:
1- Hristiyanlar, peygamberleri Hz. İsa’nın 25 Aralık’ta doğduğuna inanıyorlar ve bu günü, Noel Bayramı olarak kutluyorlar. Doğuş
Bayramı, Kutsal Doğuş, Milat Yortusu olarak da adlandıranlar var.
2- Şeriatla yönetilen din devletlerinin dışında hemen bütün dünyanın, 31 Aralık’ı 1 Ocak’a bağlayan geceyi kutlama nedeni, yeni bir yıla girilmesi.
Hz. İsa’nın 1 Ocak’ta doğduğunu zanneden, bizim Diyanet İşleri Başkanı’ndan başka sanırız pek kimse yok.

TOPLUM VİCDANI RAHAT MI?

İnsanlığın özlemini yansıtan ‘aydınlığın, karanlığa karşı utku kazanması’, salt bizim atalarımıza özgü bir bayram nedeni olamaz elbet.
Örneğin, Norveç mitolojisine göre, “trol” adı verilen kötülük simgesi eciş bücüş yaratıkların, güneşi görünce ‘taş kesilmeleri’ de coşkuyla karşılanıyormuş.
Çok doğru bir ‘adaşlık’ bağı kurularak bizim sosyal medyada “trol” denilen ‘iktidar beslemesi’ tipler de varlıklarını yarasa gibi karanlığa borçlular. Aydından, aydınlıktan nefret ediyorlar.
Son olarak gazeteci Özlem Gürses’in tv izlencesindeki TSK ile ilgili bir sözünü, sürçülisan ettiğini söyleyip aynı izlencede düzeltmesine karşın linç kampanyası başlattılar.
Mezunu olduğu ODTÜ’nün değimli gördüğü ‘Yılın Gazetecisi’ ödülünü almak üzere annesiyle Ankara’ya giden Gürses, kaldıkları otelde akşam polisçe gözaltına alındı. Sanki ifadeye çağrılsa gitmeyecekmiş gibi! Savcılıkça yakalanıp tutuklanması istenince apar topar İstanbul’a götürüldü. Hem de “kelepçelenerek”… Kendisine “en uzun gece” yaşatılan değerli meslektaşımıza, çıkarıldığı mahkemece “ev hapsi” cezası verildi. Bu kez ayağına, pranga gibi elektronik kelepçe takıldı. Ve biz, buna bile sevindik. Gürses’in, yaygın deyişle ‘ölümün gösterilip sıtmaya razı edildiği’ uzun saatlerin sonunda…
Aynı kelepçeli uygulamanın hem suçsuz hem de SM hastası olduğu hâlde mahpus damında tutulan Gezi hükümlüsü Tayfun Kahraman’a, hastaneye götürülürken altı saat boyunca içinde bırakıldığı cezaevi aracında yapıldığı öğrenildi. Kahraman’ın, ‘bileklerimi sıkıyor’ diye yakındığı kelepçesi, daha da sıkılaştırılmış!
Kimi üzücü, kimileri irkiltici örnekler keşke bunlarla sınırlı olsaydı…
2016 ylında Atatürk Havaliman’nda 46 kişiyi topluca öldüren, 163 kişiyi de yaralayan IŞİD sanıklarından altısının tahliyesine Yargıtay’ca karar verildi.
Her biri 46’şar kez ömür boyu hapse mahkûm edildikleri hâlde salıverilip aramıza karışan bu kişiler, umuyor ve diliyoruz ki 94 yıl önce 23 Aralık günü Menemen’de, Asteğmen Kubilay’ı şehit eden köktendinci canilerin kanlı izinden gitmeyeceklerdir!..

‘ÖLÜNCE KİM YIKAYACAK’

Öte yandan, “Mekke saatine uyacağız.” diyerek el kadar bebelerimizin sabahın kör karanlığında okula gitmesinde tam ‘sekiz yıldır’ ısrar eden…
Aynı bebelere sınıfta, güya ölmüş annesi için mezar maketi önünde ağıt yaktıran anlayıştan daha ne beklenebilir? diyebilirsiniz.
Kendileri şaşaa içinde yaşarken bizim çocuk yaştan itibaren aklımızın fikrimizin öte dünyada yani ölümde olmasını mı istiyorlar?
TRT’nin dijital platformu için çekilen yeni tv dizisinin, Türkiye’nin dört bir yanındaki panolarda yayımlanan -tepkilere karşın hâlâ kaldırılmayan- reklam sloganı bile sanki aynı amaca hizmet etmek üzere düşünülmüş:
“Ölünce Beni Kim Yıkayacak?”
Yahya Kemal Beyatlı’nın (1884 – 1958) aşağıdaki ‘ölümsüz’ dizeleri bize, her yılın 365 gününü, hiç abartısız ‘en uzun gece’ olarak yaşatanlara gitsin:

“Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi
Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.”

GRAM GRAM ‘EPİGRAM’

Fabl deyip geçme,
Tam ibret alınası;
Öküze öykünüp
Şişerken çatladı,
La Fontaine’in
Kurbağası!