Ana dili, bir ulusun birliğini sağlayan en önemli ögelerdendir.
Bu konudaki çarpıcı örneklerden biri, neredeye bir milenyum (953 yıl) önce 26 Ağustos’ta yapılan Malazgirt Meydan Muharebesi.
26 Ağustos aslında, bu savaştan bizce çok daha önemli bir günün, Kurtuluş Savaşı’na son noktanın konulduğu, 9 Eylül 1922’de işgalci Yunan ordularının ülkeden sökülüp atılmasıyla sonuçlanan Büyük Taarruz’un 102. yıl dönümü.
Ancak, günümüz Türkiye’sini yönetenlerin, Mustafa Kemal önderliğindeki Kurtuluş ve Kuruluş ruhuna sahip çıkmak yerine, almaşık (alternatif) ulusal kutlamaları yeğlediklerini artık hepimiz biliyoruz.
İşte, geçen hafta sonuna rastlayan 25 Ağustos 2024 günü de Kabine, Ahlat’taki Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda aynı nedenle, Malazgirt’i kutlamak üzere toplandı.
Ne Hizbullah’ın devamı şeriat yanlısı ne de Kürt ‘ayrılıkçı’ olduklarını gizleyen Hüda Par Başkanı, -Malazgirt utkusuna belki de dinsel bir anlam yüklenmeye çalışıldığı için- törene katılanlar arasındaydı. Üstelik, sayın Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yanı sıra Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) Genel Başkanı Devlet Bahçeli ve TSK’nin kimi üst düzey komutanlarıyla birlikte anı fotoğrafı çektirmecesine!..
MALAZGİRT’İN İÇYÜZÜ
Tarihimizin önemli kilometre taşlarından söz konusu muharebeyle ilgili olarak 9 Eylül 2020 tarihli YeniGün’de şunları yazmıştık:
“… 1071 Malazgirt Meydan Muharebesi, bize okullarda belletildiği gibi ‘Anadolu kapılarının Türklere açıldığı savaş’ değildi.
Hele bir “cihat” (din uğruna savaş) hiç değildi.
Tam tersine…
Orta Asya’daki Müslüman Türkler, Müslümanlığı benimsemeyen Türkleri 10. ve 11. yüzyıllarda zorla yerlerinden, yurtlarından edip Anadolu’ya sürdüler (1).
Yani, 1071 yılından önce Anadolu’ya akın akın gelenler, ‘İslamı yayma çabasında’ olmak bir yana, kendileri Müslümanlığı kabul etmemiş atalarımızdı.
Romalılar da işte bu Türkleri Anadolu’dan geri püskürtmek için savaşıyorlardı. Romen Diyojen 1071’de Malazgirt’te, Büyük Selçuklu Hükümdarı Alp Arslan’ın karşısına aynı amaçla çıkmış ama ağır bir yenilgiye uğramıştı.”
ALP ARSLAN’IN NİYETİ
“… Alp Arslan, iki yüz bin kişilik (Ermeni tarihçi Matta’ya göre ise asker sayısı bir milyonu bulan) Roma ordusunun üzerine, yönettiği elli bin kişilik Selçuklu Türk ordusuyla gitme niyetinde değildi. Onun amacı, Türklerin Anadolu’dan Orta Asya’ya geri gönderilmesini önlemeye yönelik, caydırıcı güç gösterisiydi. Nitekim, Romen Diyojen’e barış önerdi. Ancak Diyojen savaşta ısrar edince karşı karşıya gelindi.”
“… Parlak bir utku kazanan Alp Arslan’ın amacı, Anadolu’da kalıcı olmak değildi. Bu nedenle savaş sonrası yaptıkları antlaşmada, Romen Diyojen’den toprak isteminde bulunmadı.
[Alp Arslan’ın önceli (selef) Büyük Selçuklu Devleti’nin kurucusu Tuğrul Bey döneminde de (1048) Selçuklu ordusu aynı nedenlerle Anadolu içlerine girip Roma ordusunu ağır bir yenilgiye uğratmıştı. Ama, Anadolu’da kalıcı olmak yerine, Orta Asya’ya geri dönmeyi yeğlemişlerdi.]”
“… Ne var ki durum sonradan değişecek ve VII. Mihail Dukas, Romen Diyojen’le Alp Arslan’ın imzaladıkları antlaşmayı geçersiz sayacaktı. Alp Arslan da ordusuna ve Türk Beylerine Anadolu’yu fethetmeleri buyruğunu verecekti. Böylece, Türkler Anadolu’yu fethe girişecekler, bir süre sonra da Haçlı Seferleri başlayacaktı.” (…)
‘DÜŞMAN’DAN, TÜRKÇE BUYRUK
İki ‘aşırı orantısız gücün’ 26 Ağustos 1071 sabahı karşı karşıya geldikleri yer, şimdi Muş’un ilçesi olan Malazgirt ile Bitlis’in Ahlat ilçesi arasındaki Malazgirt Ovası.
Muharebenin, Selçuklu Türklerinin kesin utkusuyla sonuçlanma nedenlerinden biri, hiç kuşkusuz ‘dâhi bir komutan’ olan
Alp Arslan’ın izlediği savaş stratejisiydi.
Başat nedenlerden ötekisi ise bizce daha da dikkat çekicidir:
Arap, Fars ve Kürt savaşçıların da aralarında bulunduğu Selçuklu ordusunun büyük çoğunluğunu Oğuz Türkleri oluşturuyordu. Roma ordusunda da yine Uzlar, Peçenekler ve Kıpçaklar gibi, Türk soyundan gelen birçok asker vardı. İşte o savaşçılar, muharebe sırasında (Kutalmışoğlu Süleyman Şah, Afşin Bey, Artuk Bey gibi) Selçuklu komutanlarının askerlerine Türkçe buyruklar verdiklerini işitince önce şaşkına döndüler. Sonra da ‘Meğer biz kendi soydaşlarımıza ok atıyor, kılıç sallıyormuşuz!’ diyerek Selçuklu saflarına geçtiler.
‘DİL BİLİNCİ’ GELGİTİ
Buna karşın Selçuklular, ana dilinin önemini kavrayamadılar. Daha sonra kurdukları Anadolu Selçuklu Devletinde, Farsçayı resmî dil yaptılar.
Dönemin tasavvuf yazını (edebiyat) ustası Mevlana’nın (1207-1273) ünlü “Meslevi”si Farsçadır. Mevlana, Konya’daki medresede de derslerini Farsça veriyordu.
Ama, bu arada Yunus Emre gibi halk düşünür / ozanları, Türkçe çağlayanını gürül gürül akıtmayı sürdürdüler.
1277 yılında, Karamanoğlu Mehmet Bey’in, Konya’da yayımladığı “Bugünden sonra divanda, dergâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil kullanılmayacak.” fermanıyla ulusal dile dönüldü.
Ne var ki ‘ana dili bilinçsizliği’ daha sonra Osmanlı döneminde de kendini gösterecek ve hanedanın adı verilen “Arapça + Farsça + Türkçe kırması, Osmanlıca” diye bir dil ‘uydurulacaktı’.
“Divan şiiri” ile yazınımıza yeni renkler -hâttâ iyimser bakış açısıyla- varsıllıklar kattığı söylenebilecek Osmanlıca, ‘dil yoluyla bir toplumun kültürünü inceleyen bilim, dil bilimi’ demek olan “filoloji” açısından ise değerli sayılmıyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün Anadolu Aydınlanması çerçevesinde gerçekleştirdiği devrimlerinden birinin Dil Devrimi olması boşuna değil.
Bunu anlayabilmek için Büyük Önder’in, ulusça çok iyi bilip özümsediğimizi umduğumuz “Ne mutlu Türküm diyene.” özdeyişinden bir önceki tümcesini anımsamak yeter:
“Türk demek, Türkçe demektir…”
GRAM GRAM ‘EPİGRAM’
“Orman yangınlarında
Belediyeler sorunlu…”
Tarım ve Orman Bakanı
Başörtüsünden sorumlu!
1) Demirtaş Ceyhun; “Ah Şu Biz Kara Bıyıklı Türkler”, 15. basım, Sis Çanı Yayınları, sayfa 34