FANTEZİ ZAMANI
Dünya kediler kentinde iki kedi konuşuyorlardı.
Orası da neresi? diye sormayacaksınız umarız.
İstanbul elbet.
İkisi de öyle besiliydiler ki yürürken karınları yere değiyordu.
Ama, birbirinden farklı dünyaların kedileri gibiydiler.
Belki aynı cinsten olmaları, onları birbirine yaklaştırmıştı. Ankara (ya da Angora) kedisiydi ikisi de. Zamanında Vikinglerden alınıp Anadolu’ya getirildiği sanılan parlak uzun tüylü, şişman olmalarına karşın hayli hareketli, oyun düşkünü, zeki mi zeki hayvanlar.
— Günaydın Abdülbaki.
— Selamünaleyküm Cumalı.
Cumalı, bal rengi gözlü, beyaz bir erkek kediydi. Annesi Ankara’da, Atatürk Orman Çiftliğinde (AOÇ) eskiden uygulanan özel üreme izlencesi çerçevesinde yetiştirilmişti.
RAKI İÇEN KEDİ
Öyküsünün devamını Cumalı’dan dinleyelim:
— Ülkenin kurtarıcı ve kurucusu Atatürk’ün adını taşıyan, yine O’nun kalıtı olan çiftliği zamanla birileri kendi çiftlikleri gibi kullanmayı kendilerine hak görmüşler. Derken bütün ülkeyi öyle, yurttaşları da marabaları sanmaya başlamışlar.
Sonra bir gün, Cumalı’nın anacığı, kendini sokakta bulmuş…
– Aynı kişiler, yalnız Türk çiftçisi için değil, dünya için ‘bilimsel tarım modeli’ olan çiftliğin kuruluş amacını umursamamışlar. Annemin mütevazı yuvasının da bulunduğu yere dev bir saray yaptırmışlar. Yüksek yargıçlar, ‘yıkılsın’ kararı vermişler ama hukuk, o sarayın yüce duvarlarını aşamamış.
Bir süre sokaklarda açlıkla boğuşan annemi neyse ki bir hayvansever sahiplenip Ankara’dan İstanbul’a getirmiş.
Cumalı, artık ‘kediler kenti’nin bir varoş semtindeki kabadayının kedisiydi. Sahibi içkici, kumarbaz, zorba biriydi ama Cumalı’ya karşı sevgi doluydu. Her gece kurduğu çilingir sofrasına onu da oturturdu. Sakatat fiyatları yanına yaklaşılmaz bir hâl alınca sofrada ciğeri ara ki bulasın! Ama, sahibi ne yiyorsa daha doğrusu mezesi neyse Cumali’ye de ondan cömertçe ikram ediyordu. Çok şaşırabilirsiniz ama rakı dâhil. Kadeh olarak kullandığı ince belli çay bardağının tabağına sulandırılmış rakı döker, Cumali’nin önüne koyardı. Önceleri anason kokusundan pek hoşlanmayan dostumuz, zamanla rakı yalamalara doymayan bir tiryaki olup çıkmıştı.
DİNİBÜTÜN ABDÜLBAKİ
Abdülbaki de mavi gözlü, ilk bakışta kül rengi ancak hareket ettikçe ortaya çıkan menevişleri koyu türbe yeşiline çalan özgün renkte bir erkek kediydi. Ankara’da, dindar bir ortamda doğup büyümüştü. Onun serüveninde ise ‘nankör’ diye nitelenip İstanbul’a sürülmek vardı.
Evet, Abdülbaki Diyanet’in kedisiydi. Bu kurumumuzun gazetelerde yayımlanan yemek listelerini görenler anımsarlar; yöneticileri ve personeli yani hacı – hocalar, haftanın dört günü kırmızı etle besleniyorlardı. Boşuna dememişler; erbap olan kebap yer!
Ama Allah’ı var; Abdülbaki, adalet anlayışı yüksek bir kediydi; ‘biri yer biri bakar, kıyamet ondan kopar’. Arada bir çıktığı sokakta hayvanların açlıkla pençeleştiğini gördükçe artıklarla bile olsa kendi ‘yediği önünde, yemediği ardında’ yaşamından rahatsızlık duymaya başladı.
— Bir gün etlerin tutulduğu soğuk hava deposuna sızıp bir tabla dolusu kuşbaşı eti sürükleye sürükleye sokağa çıkardım. Tabii, aç dostlarımız ânında üşüşerek tepsinin dibine darı ektiler. Bu durum, haftanın birkaç günü sürdü. Ama sonunda, tahmin edeceğin gibi, yakayı ele verdim. Tabii, yer misin, yemez misin!..
“PAHALILIK, ALLAH’TAN!”
Cumalı, sözünü kestiği Abdülbaki’ye sordu:
— İstanbul’un kenar semtlerinden birindeki küçük camiye bunun için sürgün edildin herhâlde?
— Hayır, bir fetvaya dayanamayıp aşırı tepki gösterdiğim için…
— Nasıl?
— Hatırlayacaksın; Diyanet, halkın açlığa itilmesine dinî kılıflar hazırlarken Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından verilen bir fetvayı işitince dayanamayıp patladım.
— Hangi fetvaydı o?
— Daha doğrusu kurulun, kendisine yöneltilen ticaretle ilgili bir soruya cevap verirken kullandığı şu ifadeye:
“Şüphe yok ki fiyatları tayin eden, darlık ve bolluk veren, rızıklandıran ancak Allah’tır.”
Bu sözleri duyunca kendimi tutamadım, bu konuda hiçbir günahı olmadığı hâlde, en yakınımdaki din görevlisinin üzerine sıçrayıp yüzünü gözünü tırmaladım.
ÖFKE ÖZDENETİMİ
Cumalı:
— Gerçekten de öyle bir fetva ki TÜİK’in çalışanlara ve emeklilere neredeyse damlalıkla zam yapılmasına zemin hazırlayan endekslerine sözüm ona gerekçe yapabileceği türden… Ama, bu arada şiddeti onaylamam mümkün değil.
— Bence de öfke otokontrolü çok önemli, muhterem. Ama, eğri oturup doğru konuşursak günümüzde bize sahiplik taslayan her seviyeden insanlar bile bunu başaramıyorlar. Daha dün Meclis’te, ‘köpekleri katletme yasası’ görüşülürken iktidar partisinin grup başkanvekili, muhalefet sıralarını eliyle göstererek “Sahipsiz köpekler!” demiş. İnsan dilinde bu, ağır bir hakaret sözü, biliyorsun.
— Ama, sonra özür dilemiş.
— Sen söyleyeceğini söyle, tepkileri görünce çevir kazı yanmasın, padişah uyanmasın!
— Geri adım atmayanlar da var ama…
— Biliyorum, yine geçen hafta Meclis’te eski bir bakanın, muhalefet partisi milletvekiline yumruk attı diye ‘tebrik edildiğini’ duydum.
— Evet ben de… Üstelik ‘yumrukçu’yu kutlayan, Cumhurbaşkanı danışmanlarından biriymiş.
BİR TAŞLA KAÇ KUŞ!
Abdülbaki:
— Biz kediler, insanların duyamayacağı kadar düşük frekanstaki sesleri bile duyarız, biliyorsun. Sayın Cumhurbaşkanı’nın kendisinin de bir açılış töreninde, uzattığı elini öpmedi diye beş yaşlarındaki bir çocuğa tokat attığı, kulağına çalınmıştır.
— Evet. Gerçi ardından çocuğa bahşiş vermiş de… biz bu konulara pek girmesek iyi olur. Girersek kolay çıkamayız çünkü. Türkiye’nin Suriye’ye, (Kıbrıs Barış Harekâtı’nda TSK’ye silah ve mühimmat vermek dâhil, her türlü desteği sağlayan tek lider olan) Kaddafi’nin Libya’sına girmesi gibi… Şimdi de sırada İsrail’in olabileceği yolunda konuşmalar yapılıyor ya!
En iyisi, konuyu değiştirelim; şimdiki mekânın olan camide rahat, huzurlu musun?
— Hayır! Son olarak köpeklerin topluca öldürülmesiyle ilgili kanun teklifi haberlerini duydukça lahavle çekiyorum. Meclis komisyonundaki görüşmelerde, “ötanazi” kelimesini tekliften çıkarmakla hayvanseverlerin ağzına bir parmak bal çaldıklarını düşünüyorlardır.
— Haklısın dostum. Sanki köpekler, kendi canlarına kıymayı (ötanazi) kendileri istiyorlarmış da vicdan sahibi iktidar vekilleri bunu önlemek istiyorlarmış gibi gülünç bir hava yaratıyorlar.
— Üstelik CHP’li belediyeleri, AKP’lilerden devraldıkları borçları, ‘sizin yüzünüzden emeklilere yeterince zam yapamıyoruz’ suçlamasıyla ödetip halka hizmet edemez duruma düşürmeye çalışıyorlar. Bu arada sokak köpeklerini katletmeyi de onlara yaptırarak halkın nefretini çekmelerini istiyorlar.
— Var mı öyle yirmi beş kuruşa simit?
— Peki, sence var mı?
— Yok!..
DİL YANLIŞLARIMIZ
Kıbrıs Barış Harekâtı’nın 50. yıl dönümü törenlerini izlediğimiz tv kanallarının hemen tümünde, şu yanlış yinelendi:
“Resmî geçit töreni”
Arapça kökenli “resm”, ‘tören’ demek; “resmigeçit” de ‘geçit töreni’ ya da ‘geçiş töreni’. “Resmigeçit” (resm-i geçit) tamlamasında; hemen her haber sunucusunun uzatarak söylediği ‘i’ harfi, nispet ‘i’si olmadığı için kısa okunur. Kimilerinin,’tören’ anlamını da içeren tamlamaya ayrıca bir ‘tören’ daha ekleyerek “resmî geçit töreni” demeleri ise yanlışın katmerlisi.
Bu arada, “askerî çıkarma”ya “çıkartma” (yapıştırılıp çıkarılabilen etiket) denmesi, cabası!
GRAM GRAM ‘EPİGRAM’
Hiç büyüme sen çocuk…
Kırkikindi yağmurlarından
Billur bir dünya damıtsın yüreciğin
Hiç kirlenme sen çocuk.