KIŞLA GELEN…

Kasım ayının ilk iki haftasına özgü pastırma yazını, bu yıl uzunca yaşadık.
Çoğunlukla ılık geçen güz, evrenin, dolayısıyla da Dünya’nın milyarlarca yıldır süren şaşmaz ‘döngü’süyle yerini, soğuk mevsime bıraktı.
Balkonumuza konan ‘haydut’ kargaların, tadını seviyor olsalar gerek, yapraklarını sık sık didikledikleri yılbaşı kaktüsü, iki haftadır kabına sığamayan bir ‘iç devinim’ yaşıyor. Dallarının ucunda koyu kırmızı tomurcuklar belirdi. Yeni yılın yaklaştığını biliyor, çiçek açmak için alesta bekliyor.
Doğa bize bu güzellikleri, kendisine ‘saygılı’ olmamız, döngüsünü bozacak Tanrısal tekerleğe çomak sokmamamız alçakgönüllü isteği dışında, pek bir karşılık beklemeden sunuyor.

‘KUZİNE’ ÇOCUKLARIYIZ

Elbette bizim de doğanın sunduklarını gönlümüzce, dolu dolu yaşayabilmemiz için hiç değilse temel gereksinimlerimizi karşılayabilmemiz gerekiyor.
Biz hiçbir zaman, ‘bir eli yağda bir eli balda’ toplum olmadık.
O yüzden de geçmişe, gereksiz yere ‘güzelleme’ yapacak değiliz.
Her dönemin kendine özgü koşulları, sıkça kullandığımız bir iğretilemeyle (metafor) “zamanın ruhu” var.
Gerçi günümüzdeki ‘egemen ruh’ bizimle hiçbir zaman bağdaşmadı, hiç de bağdaşmayacak.
Çocukluğumuzda, yılın bu zamanı, yetişkinlerden bir tekerleme işitirdik:
“Kış geldi kılıç gibi, buldu bizi piliç gibi!”
Sezen Aksu, bir şarkısında “Lale Devri çocuklarıyız biz…” diyor ya!
Biz de 1950’li 60’lı yılların, “kuzine” (İt. cusina) çocuklarıyız.
Yakıtı odun ve kömür olan “kuzine”, kışın evde en uygun köşeye kurulan ‘çok amaçlı soba’ydı. Çevresinde hem ısınılır hem de fırınında börek, kimi zaman ekmek, üzerinde ise kestane pişirilir, mısır patlatılırdı.
O zamanlar ülkemizde ne tv ne internet, bilgisayar / tablet ne de cep telefonu vardı.
Evinde radyo bulunan ailelerin sayısı bile sınırlıydı.
Dünya ile iletişim yetersizliği tabii ki ciddi bir olumsuzluk ama kış, bizim için en azından aile bireylerinin daha çok bir arada olup söyleşebildikleri, ortaklaşa gülüp hüzünlendikleri mevsimdi.
Bu sıkı aile içi bağlar komşuluk ilişkilerine de yansıdığı için şimdikine oranla sağlam diyebileceğimiz bir ‘toplumsal dokumuz’ vardı.
Günümüzde ise kimi oportünist (1) siyasetçilerin, laf ola beri gele söylemi olan “kederde ve kıvançta ortaklık”, bize uzak mı uzak bir düşlem gibi.

İÇİMİZİ ISITALIM

Şahsen, kederi bir yana itip ‘kara mizah’ yoluyla da olsa ‘kıvanç ortaklığı’na, biraz gülümsemeye, karşı konulmaz biçimde özlem duyuyoruz.
Yoksa insan, bunca olup bitenle nasıl başa çıkabilir!
Biz daha geçen aydan kabarmaya başlayan doğalgaz faturalarını düşünürken tv’ler, İstanbul’da dolar milyarderlerimizin sayısının arttığı müjdesini veriyor!
Bu arada, ABD Doları’nın bol miktarda sahtesi piyasaya sürülmüş.
Dışalımına devletçe kota konulan altının da kaçakçılığı artmış. Buna karşın altın fiyatları almış başını, gidiyormuş!
YeniGün okurlarından, ne o, ekonomistliğe mi soyundun? diye düşünenler ya da argo deyişle bizi ‘gizli cukkası (2) sağlam’ sananlar olabilir.
Emeklinin bir yumurtayı ikiye bölüp yediği görülmemiş pahalılıkta artık hepimiz kendi çapımızda birer ekonomistiz ama her iki soruya da yanıtımız hayır.
Altın fiyatlarının aşırı yükseldiğini, en çekici yatırım aracının “Ajda bileziği” olduğu yolundaki tv haberini izlerken öğrendik.
Rağbetin nedeni, “Ajda (Pekkan) bileziği”nin düz, işçiliksiz oluşuymuş. Satarken işçilik fiyatı düşülmediği için kârlı bir yatırım aracıymış.
Haberi duyar duymaz küçük çapta bir kahkaha atmaktan kendimizi alamadık.
Değerli şarkıcımız kusura bakmasın ama onun üzerindeki ‘işçilik’ kimde var!..

‘KAOS, DÜZENDEN DAHA OLASI’

Altından söz edince Murphy Yasalarındaki şu maddeyi unutmak ne mümkün:
“Murphy’nin altın kuralı: Altını olan, kuralı koyar.”
ABD’li mühendis ‘oğul’ Edward A. Murphy’nin (1918 – 1990), aslında bilimsel temeli olan, mizahi bir biçemle (üslup) dile getirdiği özdeyişlere, bilindiği gibi Murphy Yasaları adı veriliyor.
Murphy, örneğin “Kaos (karışıklık, karmaşa) düzenden daha olasıdır.” diyordu.
Eğer 1990’da ölmeseydi bu tezinin doğruluğunu Türkiye üzerinde görüp kendisiyle bir kez daha övünebilirdi.
Kaos bizden soruluyor!
Düzen ise Hak getire!..

SPİN DOKTORLUĞU

Daha önce de yazmıştık; İngilizce kökenli “Spin doktorluğu”, tıp dışı bir uzmanlık (!) alanı. ‘Kötü bir durumu iyi gösterme’ hünerine dayanıyor.
Egemenlerin sağladığı nimetlerden etiyle, sütüyle, tüyüyle uzun yıllar nemalanmış kimilerinin, devran dönmeye yüztutunca neredeyse muhalifliğe soyunduklarını görüyoruz.
Her dönemde rastlanan ‘oportünist’ (2) kaypaklığı, bize aşağıdaki fıkrayı anımsatıyor.
Adam yolda giderken biri yanına yaklaşır:
— Affedersiniz, bir sigara verir misiniz?
Cebinden paketi çıkarıp sigara ikram eder.
Ama, ricacının isteği bitmez:
— Ateşiniz varsa sigaramı yakar mısınız?
İçinden lahavle çekerek otlakçının sigarasını yakarken bir de yakınma ile karşılaşmaz mı!
— Zararlı ama şu mereti içiyoruz.
Bu söz üzerine bizimki daha fazla dayanamayıp patlar:
— Adamı deli etme kardeşim, bu sigaranın sana ne zararı var!..

DİL YANLIŞLARIMIZ

Bizim gibi eski ‘kuzine’li akraba / komşu Suriye, Halep’i ele geçiren cihatçı (Esat yönetiminin yerine ‘din devleti’ kurmak için savaşan) Çeçen, Uygur, Özbek ve Suudi teröristlerce (HTŞ) tam bir cehenneme çevrildi. Aynı dinin (Müslümanlık) Orta Çağ zihinsel karanlığını yaşayan farklı mezhep mensupları, acımasızca birbirine kıyıyor. ‘Sünni / Selefi’ köktendinciler, başkent Şam’a ulaşıp ‘Alevi’ Esat’ı devirmek için Hama kapılarına dayandı.
İsrail de bir milyon çocuk ve kadını öldürdüğü Gazze’den ve nüfusunun yüzde 60’ını Filistinlilerin oluşturduğu Lübnan’dan sonra, “Zaten, Tanrı bu toprakları bize vermişti. Aha da Tevrat!” diyerek Suriye işgalcilerine katıldı. Yine ABD’nin, öteki kimilerine yaptığı gibi, ‘eğitip / donatıp / desteklediği’ PKK / YPG teröristlerinin ‘kan ve barut kaosu’na katkısı, cabası!
Türkiye’nin, ABD’nin PKK / YPG desteği dışındaki Suriye planlarıyla tamamen örtüşen bir politika izlediği yolunda yorumlar yapılıyor.
‘İçeride’ ise dehşetengiz Suriye kaosunun bizim için en azından ‘yeni göç dalgası’ anlamına geldiği sanki pek umursanmadan, gözbebeğimiz TSK’deki “Atatürkçü gençlerimize” odaklanılmış durumda;
Mezuniyet töreninde “Mustafa Kemal’in askerleriyiz.” sloganını söyleyip Subaylık Andı içen teğmenler hakkında ordudan ihraç istemiyle açılan soruşturmaya…
Zamanında aynı “Subaylık Yemini”ni kendisi de etmiş olan eski Genelkurmay Başkanı, şimdiki Millî Savunma Bakanı’nın, Meclis Plan ve Bütçe Komisyonunda dile getirdiği savı:
“(Teğmenlere) İsnat edilen suç, kılıç çatmak, andı okumak veya ‘Mustafa Kemal’in askerleriyiz.’ demek değil, defaten yapılan ikaz ve emirlere rağmen kasıtlı, organize ve planlı bir disiplinsizlik hareketi.” (…)
Oysa “Mustafa Kemal’in teğmenleri”nin yaptığı; resmî, olağan törenin sonrasında sevinçlerini yansıtan doğaçlama bir gösteriden ibaretti.
Soruşturmadan, çiçeği burnunda subaylarla subay adaylarını, “bizim için en büyük iç /dış güvence” olan Atatürk’ün izinden gitmekten caydırma, onlara gözdağı verme amaçlı bir karar çıkarsa bunun, yalnız TSK’nin değil, beş bin yıllık Türk tarihinin sayfalarında kara bir leke olarak yer alacağını şimdiden anımsatalım.
O kararı verenlerin ve verdirenlerin adlarıyla birlikte…
Bu arada, ‘telaş içinde’ gördüğümüz Bakan’ın, söz konusu konuşmasında ‘defalarca’ demek isterken Osmanlıca “defaatle” yerine, “defaten” (bir defada) diyerek dil yanlışı yaptığına da dikkat çekelim.

GRAM GRAM ‘EPİGRAM’

Dedeleri “Dev – Genç”ti
Köprü altından sular geçti;
Anne babaları yanlışı seçti
Şimdi onlar Ev – Genç’i!

1) Cukka: İnsan ya da hayvan memesi. (Argo) Hak etmeden edinilip sahiplenilen şey.
2) Oportünist: (Fr. opportuniste) Çıkarları uğruna ilkelerini gevşeten, fırsatçı.