Ahmet Muhip Dıranas (1909 – 1980) günümüzde yaşasaydı, bizim ‘aklıevvel’ iktidarın “Proje Okulları” adını verdiği, Türkiye’nin en köklü liselerinden ‘sürgüne gönderilen’ ya da ‘eğitimden tamamen dışlanan’ birbirinden değerli öğretmenler arasında yer alabilirdi.
[Yazın (edebiyat) meraklıları bilirler; Dıranas, Cumhuriyet döneminin “saf (öz) şiir” akımının temsilcilerindir. Şiirde ‘anlamdan çok, kişisel duyguların esin yolu ile coşkulu ve etkili anlatımı’ demek olan lirizmi, simgeciliği (sembolizm) güzellik (estetik) duygusunu esas alır.]
Daha çok “Fahriye Abla” şiiriyle tanınmasından pek hoşnut olmadığını bildiğimiz Dıranas, bir süre Kabataş Erkek Lisesinde felsefe öğretmenliği görevinde bulunmuş.
‘YAPMA!.. YAPMA!..”
Aşağıdaki öykücüğü (anekdot), 1967 – 1968 öğretim yılında Ahmet Muhip Dıranas’ın Kabataş’ta öğrencisi olmuş (altmış yıllık arkadaşımız olmasından onur duyduğumuz, emekli Koç Grubu yöneticilerinden) Tayfun Sözer anlattı:
Dıranas bir gün yazılı sınav yapmaktadır.
Sınav süresinin ortalarında, aniden “Yapma!.. Yapma!..” diye yüksek sesle söylenerek kızgınlıkla sınıfı terk eder.
Şaşkınlığa kapılan öğrenciler, ne olduğunu anlayıp Hocayı sınıfa dönmeye ikna etmeleri için Tayfun ile bir arkadaşlarını peşinden gönderirler.
Hocaya sınav salonunu terk ettiren, bir öğrencinin kopya çekmesidir. Ancak Hoca, kopyacıyı değil, alışılmışın dışında bir tepkiyle kendisini suçlamaktadır:
— Kabahat bende, demek ki öğretememişim. Siz sınav sonunda kâğıtları toplayıp bana getirin.
— Ama Hocam, herkes kâğıdı, kalemi bıraktı. Siz sınıfa dönmezseniz sınav bitmez.
Dıranas, bu sözü işitince çok sevdiği öğencilerini mağdur etmemek için sınıfa dönüp sınavı tamamlar.
BİR ÖMÜRLÜK UYARI
Yukarıda aktardığımız, sıradan bir okul anısı değil…
“Eğitim öğretim”deki ilk ayağın, toplumun yapı taşı bireyler üzerindeki önemini vurgulayan çarpıcı bir örnek.
İkinci ayak “öğretim”, hangi yaşta olursak olalım, içinde bulunduğumuz ‘bilgi çağı’nın bir aşamasında gelip bizi bulabilir.
“Eğitim” ise yerküre üzerinde yüz bin yıldır varlığını sürdüren “Homo Sapiens Sapiens” yani “Bildiğini Bilen (ya da ‘Bildiğini Sanan’) İnsan”ın, hava gibi, ekmek gibi, su gibi… olmazsa olmaz gereksinimi.
Şair / Felsefe Öğretmeni Ahmet Muhip Dıranas özeline dönersek…
Artık, öğrencilerinin ömür boyu kötü bir şey yapma eğilimine girdikleri zaman kulaklarında onun uyarısı çınlayacaktır:
— Yapma!.. Yapma!..
REFERANDUM 8 YAŞINDA
Bugün, 16 Nisan 2017 Referandumu’nun sekizinci yıl dönümü.
Umarız bu tarih, ülkemiz demokrasisi açısından ‘sonun başlangıcı’ olmaz.
Böylece, dünyada benzeri bulunmayan ‘cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi’ ile erklerin tamamı (yasama, yürütme, yargı) tek kişinin eline geçmiş; Türkiye’nin bütçesini yapma yetkisi bile Meclis’in elinden alınmıştı.
Çok değil, hemen ertesi yıl The Economist dergisinin yayımladığı demokrasi endeksinde ülkemiz, 10 sıra birden gerileyerek 167 ülke arasında 110. sıraya düştü.
Sonrasında da zaten belimiz hiç doğrulmadı.
Hem de eski Yargıtay Başkanı Sami Selçuk’un, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) sunduğu “görüş”e göre, “yok hükmündeki” bu halk oylaması sonucunun acı meyveleri , 86 milyon halka zorla yedirile yedirile…
18’LİK SEÇMEN PİŞMANLIĞI
Anımsayacaksınız; Yüksek Seçim Kurulu (YSK), aksi yöndeki açık yasa hükmüne karşın mühürsüz zarflarla ya da ‘evet’ mührüyle kullanılan oyların ‘geçerli’ saymıştı.
Deneyimli hukukçu Sami Selçuk’un “yok hükmünde” diye yorumladığı karar sonucu, halk oylamasından kılpayı farkla, yüzde 48,59’a karşı yüzde 51,4’lük ‘evet’ diyenler (!) kazanmıştı.
İktidar ve bileşenleri, Cumhurbaşkanı’nın ülkeyi sekiz yıldır sınırsız yetkiyle yönetmesinden kuşkusuz memnundurlar.
Adaletten ekonomiye, dış politikadan doğa kıyımına değin dibe vurmamıza karşın…
Sadece, 16 Nisan 2017 Referandumu ile seçmen yaşının 25’ten 18’e düşürülmesinden pişman olduklarını sanıyoruz.
Çünkü…
Her kesimden ayağa kalkan halka, üniversitelilerden sonra “Öğretmenime dokunma!” diyen liselilerin de eklenmesiyle ortaya çıkan toplumsal muhalefetin sesi, sağır sultanları bile ürkütecek denli gür çıkmaya başladı.
Bu kez yurdunu, ulusunu, öğretmenlerini, umut bağladığı Ekrem İmamoğlu vb. gibi haksız yere zindana atılan ‘geleceğin yöneticilerini’ seven, onlara sahip çıkan çocuklarımız, kendi koltuklarını korumak uğruna aydınlık yarınlarını karartmaya sanki ant içmiş yetişkinleri uyarıyor:
— Yapma!.. Yapma!..
DİL YANLIŞLARIMIZ
Türkçeye yabancı dillerden giren pek çok sözcüğü doğru sesletemediğimiz hâlde kullanmakta ısrarcıyız!
Hele, bu sözcüklerden birini, tv kanallarında izlediğimiz her 10 kişiden hiç abartısız dokuzu, sürekli yanlış söylüyor.
Örneğin, eski bir başbakan:
“Konjektür”
Bir ana haber sunucusu:
“Konjüktür”…
Oysa, ‘geçerli durum’ anlamındaki Fransızca “conjoncture” sözcüğünün doğru okunuşu şöyle:
“Konjonktür”
‘VEJETERYAN’ DENİR Mİ
Özel bir tv kanalındaki söyleşi izlencesinde sunucu, ‘bitkilerle beslenen, etyemez’ anlamındaki Fransızca kökenli sözcüğü -sanki bir Ermeni soyadından söz eder gibi- şöyle söyledi:
“Vejeteryan”
Bu sözcüğün doğru sesletimi de şöyle:
“Vejetaryen” (Fr. végétarien).
Öte yandan, hafta sonu oynanan bir futbol karşılaşmasında oyuncuların “Doğal olan normal doğum” yazılı pankartla sahaya çıkmaları haklı tepkiyle karşılandı. Sağlık Bakanlığınca hazırlandığı bildirilen bu kamu spotuyla ‘erkek egemen bir spor dalında, erkek futbolcuların kadın bedenine dair bir tercih konusunda ‘dayatmacı’ ve ‘ayarsız’ davranıldığı’ yorumları yapıldı.
Konunun tartışıldığı bir tv kanalında, yine Fransızcadan dilimize girmiş bir sözcük, sık sık yanlış sesletildi:
“Sezeryan”
‘Ameliyatla doğum’ demek olan sözcüğün doğrusu, “sezeryan” değil, “sezaryen” (Fr. césarien).
(MERAKLISINA: Roma İmparatoru Sezar’ın, ağır doğum sancıları çeken kraliçenin karnını kılıcıyla keserek doğumu sağladığı, bu yüzden de ameliyatla doğum yöntemine onun adının verildiğini öne sürenler var. Oysa “sezaryen”, Latince ‘kesmek’ anlamındaki “caedere”den gelir. Keza, anne karnından ameliyatla alınan bebeğe de “caesar” denir.)
GRAM GRAM ‘EPİGRAM’
-Sabahattin Ali’den esinle-
Ülke soya soya batar
Ahlak söve saya yiter;
Zulmü siyaset yapanı,
Gömüldüğü toprak atar!