Eylül ayıyla birlikte havanın görece de olsa serinlemesini fırsat bilip Boğaziçi’nin Büyükdere sahilinde yürüyüşe çıkmıştık.
Genellikle çalkantılı olan deniz, o gün sakin, dingin esintiyle insanın hem bedenini hem de ruhunu anne şefkatiyle okşuyordu.
Koyu lacivert sulara sıfır noktada bir banka oturmuş iki kadın dikkatimizi çekti.
Kadınlardan orta yaşlısı, genç olanın göz kapağına parmak ucuyla dokunup şöyle dedi:
— Evli olsan ‘kapı çarpmış’ diyecektim!
Ardından da küçük çapta bir kahkaha attı.
Yaşadığımız güncel, özgün kara mizah örneği bize ayaküstü, gülümsemekle üzülmek arasında bir duygu gelgiti yaşattı.
Ve toplumumuzda ‘şiddetin sıradanlaştığını’ gösteren bu basit olay karşısında utancımız ağır basarken öte yandan ‘insanın olgunlaşmak için acı çekmesi gerektiği’ savına dayanan felsefî akım “dolorizm” usumuza düştü.
‘KABURGADAN’ DİLRUBA!
Kutsal kitabımıza göre Adem (adam, erkek), topraktan yaratılmış.
Kemal Tahir’in (1910 – 1973), bu dinsel inanç tümcesini şöyle tamamladığı söylenir:
“… Kimileri, suyu fazla kaçırıldığı için çamurlaşmıştır.”
21. yüzyıl, şakayla karışık bu tezin, yalnız Türkiye’de değil, dünya ölçeğinde belki de en çok doğrulandığı zaman dilimi.
Mavi Gezegen, tepeden tırnağa zifos! (*)
Yine dinsel inanca göre “kadın, erkeğin kaburgasından yaratılmış”.
“Kaburga”, bilindiği gibi “bedenimizdeki eğe kemiklerinden oluşan ‘kafes’ biçimindeki yapı”. Aralarında yüreğimizin ve akciğerlerimizin de bulunduğu kimi yaşamsal organlarımızı koruyor.
“Erkek İslam’ı”nın, kadını, ”kafes arkasına kapatılası ikinci sınıf insan” saymasında, hemcinslerimizin bilinçaltındaki böyle bir oluşum etkili sanki.
“Adalet duygusu” veya “vicdan” da “göğüs kafesimizin içindeki mahkeme” diye tanımlanır.
Peki, bir ülkede ‘kadının yaratıldığı’ kaburgalar, adalet duygusunun hapsedildiği ‘demir parmaklığa’ dönüştürülmüşse buna ne denir?
Sorunun binbir yanıtından sonuncusu:
İzmir’deki Dilruba olayı.
ELEŞTİRİYE ÇİFTE CEZA
Dilruba Kayserilioğlu, bir sokak röportajında, ‘kadına şiddeti önleme’ amaçlı İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması, Instagram’a konulan yayın yasağı ve ‘sokak hayvanlarının katledilme yasası’ nedeniyle sayın Erdoğan’ı sert bir dille eleştirmişti.
Siyasetçilerin, kendilerine yöneltilen ağır eleştiriler karşısında da tahammüllü, hoşgörülü olmaları gerektiğine ilişkin yüksek yargı kararları var.
Buna karşın genç kadın, ‘halkı kin ve düşmanlığa tahrik’ ve ‘Cumhurbaşkanına hakaret’ suçlamalarıyla 12 Ağustos’ta tutuklandı.
17 gün tutuklu kaldığı İzmir Şakran Cezaevi’nden 29 Ağustos akşamı, tahliye edildi.
Salıverilirken ne ailesi ne de avukatları haberdar edildi. Tahliyenin, Ulusal Yargı Ağı Projesi (UYAP) dizgesine işlenmeden yapıldığı belirtildi.
SOKAĞA BIRAKILDI
Dilruba’nın elinde siyah bir poşetle tahliye edildiğini söyleyen annesi Aysel Kayserilioğlu, ANKA’ya verdiği röportajda haklı olarak şöyle yakındı:
”Dün akşam saatlerinde tahliye edilmiş kızım. Ama ne benim ne de avukatının bundan haberi var. Avukatı ya da ailesi aranır! (…) O saatte bir genç, annesine ya da avukatına haber verilmeden tahliye ediliyor. Kızımın elinde hiçbir şey yok. Bir telefon bulmuş, öyle aradı beni, o şekilde haber verdi. (…) Arkadaşlarını aradım, gidip aldılar. Bir genç kız… Ya başına bir iş gelse orada! Tenha bir yer. Orası suçluların olduğu bir yer. Avukatlarıyla görüştük. Bu konuda da bir suç duyurumuz olacak.”
Tutuksuz yargılanacak olan Dilruba Kayserilioğlu, bu satırlar siz okurlarımızın eline geçmeden bir gün önce (3 Eylül’de) yeniden yargıç önüne çıkmış olacak. Beraat etmesi dileğiyle kendisine geçmiş olsun diyor ve Dilruba ile benzer yazgının (!) çok daha ağırını paylaşanlara da sabır diliyoruz.
DİL YANLIŞLARIMIZ
Gün geçmiyor ki ülkemizde tarımla ilgili kötü bir haber almayalım.
Türkiye’nin dört bir yanındaki çiftçilerimiz, yoğun emekle ve çığ gibi büyüdükçe büyüyen masraflarla ürettikleri tarım ürünlerini, değerinde satamadıkları için yollara döküyorlar.
Biz tüketiciler ise aynı ürünleri pazarlarda, marketlerde erişilemez fiyatlarla satın almaya çalışıyoruz.
Zarar eden çiftçinin, son olarak ‘iki yıl ürün ekmeyenin tarlası devlet eliyle kiraya verilecek’ tehdidine karşı üzüntüsü katmerlendi. Bu konuda çıkarılan kararname, Anayasa’nın 35. Maddesiyle güvence altına alınmış olan “mülkiyet hakkı”nın ihlali anlamına geliyor. İlgili Anayasa maddesi, “mülkiyet hakkının ancak kamu yararı amacıyla sınırlanabileceğini” öngörüyor. Dahası, sınırlamanın ‘kanunla yapılabileceğini’ belirtiyor; kararname ile değil.
Tarıma ilişkin tek olumlu haber, geçen hafta İstanbul Büyükşehir Belediyesinden (İBB) geldi. İBB’nin İstanbul ve çevresindeki çiftçilere desteğini daha da artıracağı, tarım alanlarını genişleteceği belirtildi. Çok izlenen bir tv kanalımız, bu gelişmeyi, “müjdeli haber” olarak duyurdu.
Oysa, öz Türkçe karşılığı “muştu” olan Farsça kökenli “müjde”, birinci anlamıyla zaten ‘sevindirici haber’ demek.
Dolayısıyla “müjdeli haber” denmez.
“Müjde”nin öteki anlamı da bilindiği gibi, ‘sevindirici haberi getiren kişiye verilen bahşiş’.
MAHZUR / MAHSUR
Medyamızda, her ikisi de Arapçadan dilimize girmiş olan “mahzur” ve “mahsur” sözcükleri sıklıkla birbirine karıştırılır.
Bu kez karıştırma sırası (!), bir siyasî parti liderindeydi.
Sayın lider, en hafif deyişle zehir zemberek biçemli (üslup) diyebileceğimiz medya iletisinde, Türkiye üzerinde karanlık senaryolar yazıldığını belirterek şöyle diyordu:
“… Bu mahsurlu tablonun gözümüzden kaçtığını düşünenler hiç kuşkusuz derin bir gaflet ve melanet girdabında sürüklenen çürüklerdir.”
(“Çürük” sözcüğünün insanları nitelemek için ağızlardan / kalemlerden böylesine kolayca çıkmasına ‘şahsen’ alışamadık, alışamayacağız da.)
Yukarıdaki tümcede geçen Arapça kökenli “mahsur, muhasara altında” yani ‘kuşatılmış durumda’ demek. Onun yerine kullanılması gereken sözcük, yine Arapçadan dilimize girmiş olan ‘sakınca’ anlamındaki “mahzur”.
Yeri gelmişken…
Benzer biçimde, “mahzun” ve “mahsun” da birbirine karıştırılıyor.
Arapça “hüzn”den türetilmiş bir sıfat olan “mahzun”, ‘üzgün’ demek.
Yine, Arapça “hısn”dan gelen “mahsun” ise ‘sıkı güvenlik altına alınmış’ anlamında.
Ne diyelim?
Kullandığımız dil açısından durum, Reşat Nuri Güntekin (1889 – 1956) tarafından, Fransız yazar Paul Tristan Bernard’ın (1866-1947) bir yapıtından esinlenilerek yazılan ünlü tiyatro oyununun adı gibi:
“Arapça Değil mi Uydur Uydur Söyle”
GRAM GRAM ‘EPİGRAM’
Laiklik andı içen,
Ata’mın teğmenleri;
Nasıl kin kusmaz size
Fesli Kadir genleri!
(*) Zifos: 1. (isim) Yerden sıçrayan çamur. 2. (sıfat, mecaz) Yararsız, boş olan.