İnsan, kendi yaşadığı veya tanıklık ettiği, aslında birbirinin kopyası olaylara ya da örneğin severek seyrettiği bir filme, ilerleyen zaman içinde ilk izlenimiyle taban tabana karşıt anlamlar yükleyebiliyor.
İlerleyen zaman dediğimiz uzun da olmayabilir; günün farklı saatlerinde, farklı mekânlardaki okumalarımız bile benzer biçimde, anlık tanıklıklarımızın ışığında bizi farklı duygu ve düşüncelere sürükleyebiliyor.
Efesli düşünür Heraklitos’un (İÖ 535? – 475) “Aynı nehirde iki kez yıkanılmaz, aynı gül iki kez koklanmaz; çünkü, ikincisinde nehir ve gül aynı değildir, siz de aynı siz değilsiniz.” felsefî anlayışındaki gibi…
RAŞOMON ETKİSİ / NESNEL GERÇEKLİK
Hele, işin içine birden fazla kişi girince “görünge, bakış açısı” (Fr. perspective) ayrımları, belleğimizin bizi ‘görmek istediğimizi görmeye’ yönlendirmesi vb. nedenlerle gerçekler daha da çapraşık hâle gelebiliyor.
Yüzyılımızda bu duruma “Raşomon Etkisi” deniyor.
Sinemasever okurlarımız bilirler; Yedinci Sanat’ın büyük ustası Akira Kurosawa (1910 – 1998), “Raşomon” filminde izleyiciye ‘gerçekliği’ sorgulatır.
12. yüzyıl Japonya’sında geçen (1950 yılı yapımı) filmde bir Samuray (Masayuki Mori), karısıyla (Machiko Kyo) birlikte gittiği ormanda bir haydudun (Mifune) saldırısına uğrar. Haydut kadına tecavüz eder ve kocayı öldürür. Feci olaya tanık olan bir oduncu ile bir Budist rahip, gördüklerini birbirinden çok farklı anlatırlar. Kadınla tecavüzcü katilin ifadeleri de birbirini tutmaz. Belki daha da tuhafı, bir medyum aracılığıyla ruhu çağrılan ‘maktul’ kocanın anlattıkları, ötekilerinki gibi değildir.
[Aslında, yönetmen Kurosawa’ya övgüler düzerken filmin, ‘Japon kısa öykücülüğünün babası’ diye nitelendirilen Ryunosuke Akutagawa’nın (1892-1927) “Raşomon” ve “Korulukta” (1915) adlı iki öyküsünden uyarlandığını unutmayalım. Kitap (“Raşomon”), Tarık Dursun Kakınç’ın Türkçe çevirisiyle Bilgi Yayınevi tarafından basılmıştı.]
DEĞİŞMEZ ‘ÖNYARGI’ VE ÖTESİ
Geçenlerde bir tv kanalında, Bertrand Blier’nin yazıp yönettiği 2005 yılı yapımı “Beni Ne Kadar Seviyorsun?” (Combien tu m’aimes?) filmini izledik.
Monica Belluci’nin bir hayat kadınını canlandırdığı filmdeki repliklerden biri:
— Fahişenin geri alamayacağı tek şey, utanma duygusudur.
Filmi doğru anladıysak yönetmen Blier, sorgulanması gereken bir savın ciddi savunucusu.
Bir şans oyununu kazanan François (Gerard Depardieu), gittiği bardaki ünlü hayat kadını Daniela’dan (Monica Belluci), cebindeki yüz bin avro (euro) bitinceye dek kendisiyle birlikte olmasını ister. Sekiz gün sonra ise sevgilisi Charlie’ye (Sara Forestier) dönmeye karar verir. Ama, aklı Daniela’da kalmıştır. Onu özlediğini duyumsar ve onunla birlikteliğini sürdürmek ister. Ancaaak…
“Bir kez fahişe olan hep fahişedir!”
FANTEZİ VE ‘GARİBAN’ KADIN
Oysa, öyle karakterler vardır ki -cinsiyet ayrımı yapmamız çok gerekli değil- kimilerinin gözünde onlarca yıl kendilerini ‘iffetli’ (temiz, dürüst) göstererek şeytana pabucu ters giydirmeyi kurnazca, ustaca sürdürürler!
Yine, sinema tutkunu okurlarımız anımsayacaklardır; Luis Bunuel’in 1967 yılı yapımı “Gündüz Güzeli” (Belle de Jour) filminde, böyle bir tema işlenir.
Herkesin mutlu bir evliliği olduğunu sandığı Severine Serizy (Catherine Deneuve), gündüzleri bir randevuevinde fahişelik yapmaktadır.
[Yönetmen Başar Sabuncu, 1986 yılında “Gündüz Güzeli”nin “Kupa Kızı” adıyla yerli uyarlamasını yapmış, ‘gönüllü fahişe’ Severine’in yerini Nilgün (Müjde Ar) almıştı.]
Sahici hayat kadınları ise Severine ile Nilgün’ün tersine, yaşamın tokadını yemiş ‘iyi yürekli’ garibanlardır.
İspanyol yönetmen Bunuel’in (1900 – 1983) fantezisini bir yana bırakırsak ‘hayat kadını’ tanımına en yakın örneklerden biri, Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanındaki Sonya’dır.
Üvey babasının zoruyla fuhuşa itilen Sonya, şizofreni hastası bir katil olan Raskolnikov’u ‘aşkıyla iyileştirmeyi’ başarır. Onun cinayet suçunu itiraf ederek vicdan azabından kurtulmasına yardımcı olur ve çarptırıldığı sekiz yıllık sürgün cezasıyla gönderildiği Sibirya’da da onu yalnız bırakmaz.
‘SAYGIDEĞER FAHİŞELER’
Uruguaylı yazar Eduardo Galeano’nun (1940 -2015) ‘hayat kadınları’ ise başlı başına birer kahramandır.
Şöyle (1):
“Gerçekleşmeyen âlem: Arjantin’in Patagonya bölgesindeki arazilerde çalışan tarım işçileri çok düşük ücretler ve çok uzun çalışma saatleri yüzünden greve gidince, ordu düzeni yeniden sağlamak üzere devreye girdi.
Kurşuna dizmek insanı yorar. 1922 yılında, bugünün (17 Şubat) gecesinde onca insanı öldürmekten bitkin düşen askerler hak ettikleri ödülü almak için San Julian Limanı’ndaki geneleve gittiler.
Ama orada çalışan beş kadın kapıyı suratlarına kapadı ve onları katiller, katiller, defolun gidin buradan, diye bağırarak kovdu…
Osvaldo Bayer o kadınların isimlerini sakladı. Onların isimleri; Consuelo Garda, Angela Fortunato, Amalia Rodriguez, Maria Juliache ve Maid Foster’di.
Fahişeler. Saygıdeğer kadınlar.”
“DÖNGEL KÂRHANESİ”
Konuya ilişkin çarpıcı “tecimsel” (ticarî), üstelik ‘yerli ve millî’ bir örnek de bulunuyor;
Hakan Algül’ün yönettiği “Döngel Kârhanesi” filmi, ülkemizin ‘kaygan’ ekonomik zemininde ‘düşenlere’ güldürür! Ağlatması gerekirken…
2005 yapımı filmde Metin Akpınar, bir genelev patronunu (Bertan) canlandırmıştı.
“Döngel Eğlence Tesisleri” adıyla faaliyet gösteren şirket, Rusya’dan sermayeler (!) ithal eder. Ancak, bu Nataşa’lar genelevden kaçarlar. Şirket de ‘beyaz kadın dışalımı’na aracılık eden mafyaya borcunu ödeyemez, bankadan kredi çekmek zorunda kalır. Derken bankaya, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) el koyar. Ankara’dan gönderilen memur Keskin (Ahmet Uğurlu), resmî adıyla ‘eğlence tesisleri’ni, ‘gerçek ismiyle müsemma = kârhane’ yapmak için bir hayli çaba harcayacaktır!
Bu arada Berkan, ödeme güçlüğünü nasıl aşacağını kara kara düşünürken derdini açtığı Doktor (Nezih Tuncay), kendisine ‘devlet teşviki’ almak için başvurmasını önerir.
Berkan, “Nasıl yani? Verirler mi?” diye şaşkınlığını dile getirirken Doktor’un ağzından, filmin vurucu repliği dökülür:
— Ankara, bugüne kadar hangi p..evengi ortada bırakmış ki!
SON SÖZ:
Sanat bu; sözünü esirgemez.
Yedinci Sanat niye esirgesin!
Kulağını açıp dinleyene, gözünü açıp görene…
Tiyatroda da Brecht’in (1898 – 1956) onlarca yıldır haykırdığı gibi (2):
“… Şaka değil, gerçekten durumumuz bitik.
Tek çıkar yol bu kargaşalıkta:
Bir de siz düşünün oturduğunuz koltukta.
… Güzel bir son olmalı; olmalı, olmalı!..”
DİL YANLIŞLARIMIZ
Türkiye’nin en çalışkan ve başarılı yerel yöneticilerinden Manisa Belediye Başkanı Ferdi Zeyrek’e Tanrı rahmet etsin.
Henüz 48 yaşındaki Zeyrek, 6 Haziran Cuma akşamı evinde, havuz motorundaki arızaya müdahale ederken elektrik akımına kapılmıştı. Hastanede verdiği üç günlük yaşam savaşını hafta başında yitiren Zeyrek dün Manisa’da toprağa verildi.
Kendisi, kötülerin ‘yok etme’ iştahını en çok kabartan iyilerden biriydi.
Vefatı, ülkemiz ölçeğinde üzüntüyle karşılanırken kimilerinin ‘ölüye saygı’ bir yana, ‘sövgü’ dilini kullanacaklarını, iğrenç kişiliklerinin göstergesi olarak bekliyorduk.
Haklı çıktık.
Merhuma tekrar rahmet dilerken iğneyi kendimize (medyaya) batırıp bir yazım (imla) yanlışına değinelim…
Kimi medya çalışanı kardeşlerimizin, “cami” sözcüğünden ‘doğru tamlama’ yapmayı hâlâ öğrenemedikleri görülüyor.
Çok izlenen tv kanallarından birinde, Zeyrek’in cenaze töreni naklen yayımlanıyordu. Ekrandaki iri puntolu şu başlık (KJ) dikkatimizi çekti:
“Ferdi Zeyrek’in Naaşı Hatuniye Camii’sinde”
“Cami” sözcüğüyle yapılan ad tamlamasında, ‘iki iyelik eki birden’ kullanılarak yapılan bir yazım (imla) yanlışı bu.
Ya “Hatuniye Camii’nde” ya da “Hatuniye Camisi’nde” demeliyiz.
GRAM GRAM ‘EPİGRAM’
Maşerî (3) vicdanımız,
Doldu taştı kan revan;
İşte, İBB’de medyadan
Sorumlu İpek Aytaman…
Narin bilekler kelepçeli,
Sürgün kafesinde dişi aslan.
Adres: Afyon / zindan;
Vebali ödenmez iki cihan!
1) Eduardo Galeano; “Ve Günler Yürümeye Başladı”, Türkçesi: Süleyman Doğru, Sel Yayıncılık, 4. baskı, 2012, sayfa 61
2) Bertold Brecht; “Sezuan’ın İyi İnsanı”, İzlem Yayınları, Türkçesi: Adalet Cimcoz, sayfa 151
3) Maşerî: Toplumsal.