ATATÜRK’Ü AN(LA)MAK

Büyük Önderimizi, aramızdan ayrılışının 82’inci yılında, her gün biraz daha artan bir özlemle anıyor, arıyoruz.

Dünya tarihinde bir bireşimin (sentez) adıdır, Atatürk.

Atalarımız; Güney Sibirya’dan Çin’e, Bering Boğazı’ndan İran’a uzanan milyonlarca kilometrekarelik alanda en az beş bin yıl yaşadılar.

Genlerimizde savaşçılık / savaşımcılık var.

Orta Asya’da hep at sırtında, çok ağır iklim ve doğa koşullarında varlığımızı sürdürebilmişiz.

(Sibirya’ya adını verdikleri öne sürülen Sabir Türklerinden (1) günümüze erişenlerin, “Biz buzdolabını ısınmak için kullanıyoruz!” diye şaka yaptıkları söylenir.)

BİR ZAMANLAR ASYA

Kimi zaman yaz aylarında kar yağdığı bile görülen o yüzyılların Orta Asya’sında, bozkır soğuklarına eklenen kıtlık, dolayısıyla açlık, atalarımızın kitlesel ölümlerine yol açıyordu. Don ve kuraklıktan tarım yapılamıyordu. Zorunlu olarak hayvancılığa yönelmiştik. Çinlilere et -ve o koşullarda yapımını öğrendiğimiz et konservesi, pastırma- satıp tarım ürünleri alıyorduk. Satılacak etimiz bittiğinde de saldırıyorduk.

Çinliler bizden az çekmediler. Bugün uzaydan görülebilen insan eliyle üretilmiş tek yapı olan Çin Seddi’ni, bizden korunmak için yaptılar. Türk akınlarını yine de önleyemeyince bizi biraz olsun yumuşatabilmek için Budizm silahını kullandılar.

TÜRK’E TÜRKÇE YASAĞI

Budist misyonerlerin çabaları, bir Türk devleti olan Tabgaçlar üzerinde en önemli etkisini yaptı. Önce devlet yöneticileri olmak üzere giderek kitleler hâlinde Budizmi benimseyen Tabgaçlar, 495 yılında Türkçe konuşulmasının da yasaklanmasıyla tamamen Çinlileşip ekinsel (kültürel) anlamda eridiler (asimile oldular).

Fakat Şamanizm / Gök Tanrı dinsel inancına sahip Türkler, din / dil değişimi ile gelen asıl geniş ölçekli ‘ekinsel erime’ tehlikesini, iki yüz yıl direndikten sonra resmen Karahanlılar’ın 10’uncu yüzyılda İslamiyeti benimsemesinden itibaren yaşayacaklardı.

Özellikle de 14. yüzyıldan başlayarak Anadolu’da, Osmanlı Hanedanı’nın “kavm-i necip” (asil ırk) saydığı Araplar, deyiş yerindeyse kutsanacak; Arapça da “Allah kelamı Kuranıkerim dili” denilerek ana dilimiz Türkçenin yerini en azından saray / ulema/ aydınlar katında alacaktı. Bu arada Farsçanın de eklenmesiyle hanedanın adını taşıyan Osmanlıca diye uydurma bir dil yaratılacaktı.

‘MUHTAÇ OLDUĞUN KUDRET’

Bu uzun sayılabilecek girişliği (girizgâh), yukarıda Atatürk için neden “dünya tarihinde bir bireşimin adı” dediğimizi açıklamak üzere yaptık.

Büyük Önder, Türk kimliğini çok yakından tanıyordu.

[Türk kimliği derken kafatasçılık yaptığımız sanılmasın. O’nun kendi adıyla özdeşleşen; hangi budunsal (etnik) kökenden geldiğine bakılmaksızın “TC devletine yurttaşlık bağıyla bağlı herkesi” kapsayan “Atatürk milliyetçiliği”nden söz ediyoruz.]

Büyük Önder, öncelikle bir komutan olarak türlü cephelerde çarpışan askerlerimizin en elverişsiz koşullarda bile mucizevi başarılar kazandıklarının yakın tanığıydı.

“Asker ocağı”, ülkenin eşsiz bir mozaiğiydi.

Osmanlı’nın imzaladığı Sevr Antlaşması ile yayılmacı Batı’nın işgali altına giren ülkeyi, o askerlerle ve Kuvayı Millîye ile kurtardı.

Tabgaçlı atalarımızı, din / ekin sarmalına alan Çin’in topluca ‘yuttuğunu’ biliyordu.

20. yüzyılda da Türkler; Arap asimilasyonuna -hem de gönüllü olarak- uğrama tehdidi altındaydılar.

Atatürk; yaptığı bir dizi devrimle bize Türk kimliğimizi hem de ileri Batı uygarlığının üstün bilim / sanat değerlerini de katarak varsıllaştırıp yeniden kazandırdı; laikliği yani din ve devlet işleri ayrımını getirdi; her türlü din bağnazlığını ortadan kaldırdı; İslamiyetin yanlış yorumuyla kafes arkasına kapatılan kadınımıza erkekle eşit yurttaşlık hakları verdi; dilimizin bozulup yozlaşmasını sona erdirdi; çocuklarımızın din tacirlerinin elinde birer meczup olarak değil, çağcıl eğitim bilimi kurallarına göre uygar birey olarak yetişmeleri için ‘eğitim birliği’ni sağladı…

Daha ne yapsaydı!..

Büyük Önderimizi, 82. ölüm yıldönümünde sevgi, saygı, rahmet ve minnetle anarken karamsarlığa kapılmayıp yine O’nun işaret ettiği tarihsel gizilgücümüzü (potansiyel) unutmamamız gerekiyor:

“Türk; öğün, çalış, güven…”

ATA’NIN DİKTATÖRE YANITI

Atatürk döneminde İtalya Devlet Başkanlığı koltuğunda, faşist lider Benito Mussolini (1883 – 1945) oturuyordu. “Duce” (balta) takma adlı Mussolini, diplomasi kurallarını hiçe sayan, küstah bir adamdı. Bir konuşmasında (2):

— Roma İmparatorluğu’nun Akdeniz kıyılarında Türkler şimdi keçi otlatıyorlar, demişti.

Büyük Önder, titizlikle uyguladığı “yurtta barış, dünyada barış” politikası gereği, yabancı devletlerle ilişkilerinde de zarafeti hiç elden bırakmıyordu. Buna karşın Mussolini’nin Türkleri aşağılamasına çok sinirlendi.

Mussolini ise küstahlıkta sınır tanımıyordu. Bir başka gün de Atatürk’e dil uzatarak şöyle diyecekti:

— Gece gündüz içtiği hâlde ülkeyi nasıl yönetiyor?

Bunu duyan Atatürk, Rize Milletvekili Fuat Bulca’dan, resmî bir davet düzenlemesini istedi. Davete, İtalya’nın Ankara Büyükelçisi Carlo Galli de çağrıldı. Atatürk, davete özellikle geç geldi. Gelince de tüm davetlilerin şaşkın bakışları üzerine çevrildi. Büyük Önder’in üzerinde, mareşal üniforması vardı.

Atatürk, İtalyan Büyükelçisi Galli’yi bir kenara çekerek Mussolini’nin hakaretini anımsatıp şöyle dedi:

– Yaz kendisine: Devlet yönetmek, şişelerin içindeki sıvılara uzak veya yakın olmaktan başka bir şeydir.

Kötüler çabuk ölmüyor. Atatürk’ten üç yaş küçük olan Mussolini, 1945’e kadar yaşadı. Ama, sonu feci oldu. II. Dünya Savaşı’nın bittiği 1945’te, metresi Clara Petacci ile birlikte Partizanlar tarafından kurşuna dizilerek öldürüldü. Kendisinin, metresinin ve birkaç yandaşının cesetleri, Milano’da Loreto Meydanı’ndaki Esso benzin istasyonunun çatısından baş aşağı sallandırıldı. Neden mi? Halk, rahatça yüzüne tükürebilsin diye!..

İtalyanlar, yaşamlarını zindan eden faşist lidere elbette Atatürk’ün her şeye karşın yaptığı gibi gibi kibar davranmadılar.

 

GRAM GRAM ‘EPİGRAM’

Engizisyon, Candide’i öldüresiye kırbaçlattı

Düşünür Pangloss’u da celladın kucağına attı

Bu ‘örgütlü’ iki zındık kente gelmeselerdi eğer

Tanrı, 1755 Lizbon Depremi’ni yapmayacaktı (!)

 

1) Prof. Dr. Ahmet Taşağıl; “Gökbörü’nün İzinde”, Kronik Kitap, sayfa 13

2) Cemal Kutay; “Ardında Kalanlar”, Cem Ofset Yayını, sayfa 102