Bugün 17 Ekim Dünya Yoksullukla Mücadele Günü.
Birleşmiş Milletler (BM) tarafından 1993’te ilan edilen bu günü, Türkiye de benimsemişti.
Dünyadaki 7,5 milyar insan nüfusunun iki milyarı “yoksul”, 753 milyonu ise “aşırı yoksul”.
Yoksulluk, tabii ki dolarla ölçülüyor. Günlük geliri üç dolar, yirmi sentin (yaklaşık 20 lira) altında olanlar yoksul sayılıyor.
Aşırı yoksulluk ölçütü ise günde 1,9 doların (yaklaşık 12 lira) altında gelirle yaşam savaşımı vermek; aç – susuz, açıkta, hasta; eğitim, sağlık ve çağcıl enerji hizmetleri gibi en temel gereksinimlerden yoksun olarak…
Yazıyı rakamlara boğmadan ekleyelim ki ülkemizde de Türkiye İstatistik Kurumu’nun (TÜİK), geçen yıl açıkladığı resmî rakamlara göre, 16 milyon 328 bin kişi “yoksul”. Yani, yıllık geliri 8 bin 539 liranın (günlük yaklaşık 23 lira 40 kuruş) altında olanlarımız. Aşırı yoksullarımızın sayısını ise bilmiyoruz. Zaten aşırı yoksul insanlar saydamdır! Her gün yanlarından geçer, onları görmeyiz! Ama, görmesek de 2018’de öngörülerin üzerinde artmış olmalarından korkarız.
YÜZDE BİRİ YER, 99’U BAKAR
Yoksulların hemen hepsi, Müslüman ülke yurttaşları. Kandırmaca (!) söylemle “gelişmekte olan” ama bir türlü belini doğrultamayan ya da doğrultmasına izin verilmeyenler! Bu ülkelerde sefalet içinde yaşayanların 850 milyonu okuryazar değil, bir milyarı temiz su içemiyor. Onların çocuklarından her yıl 11 milyonu, beş yaşına varamadan hastalanıp ölüyor.
Bu feci gidişin nedenlerinden biri, tabii ki gelir bölüşümündeki adaletsizlik. Oksfam adlı bir İngiliz araştırma kuruluşunun verilerine göre, dünyada en zengin yüzde 1’in serveti, geri kalan yüzde 99’luk kesimin servetinin toplamı kadar. En zengin 62 dolar milyarderinin serveti de dünya nüfusunun en yoksul yüzde 50’lik kesiminin sahip olduklarına eşit.
AFGANİSTAN ÖRNEĞİ
Bir başka neden ise sözümüz ona “gelişmekte olanların”, küresel egemenlerce varlık içinde yokluğa mahkûm edilmeleri. En yoksullar arasında ilk üçe girmekten bir türlü kurtulamayan Afganistan, bu konuda bir simge ad gibi. Ülkenin neden köktendinci Talibanbelasını bir türlü def edip düze çıka(rıl)madığı konusunda, ABD Savunma Bakanlığı “Pentagon”, 2010 yılında “itiraf” gibi bir açıklama yapmıştı:
Afganistan toprakları, günümüz dünyasında insanların eli ayağı cep telefonlarıyla dizüstü bilgisayarların ana maddesi olan “lityum” varsılı. Altın, bakır, demir yatakları da cabası! Söz konusu maden rezervlerinin öngörülen parasal değeri ne kadar dersiniz? Sıkı durun: Bir trilyon dolar!
BİLİNÇSİZ KİTLENİN SONU
ABD, az gelişmiş ülkelerin tümünü kendi sömürgesi gibi görüyor. Egemenliğine sahip çıkamayan ya da böyle bir derdi olmayan ülkelerde, aklına estiği gibi at oynatıyor. Özellikle de halkını çağcıl demokrasi kurallarıyla adil biçimde yönetmeyen, gücünü onlardan almayan liderleri, istediği an kolayca alaşağı edebiliyor. Elbette bu arada olan; o güne değin kişisel / ülkesel çıkarlarının ayırdına varamamış / vardırılmamış halklara oluyor. “Ulus”bilincinden yoksun kitleler, eğer Müslüman iseler parçası olduğuna inandıkları “ümmet”tarafından da sahiplenilmeyince yabanıl kapitalizmin anaforunda yok olup gidiyorlar.
21’inci yüzyıl dünyasında, insanlık ailesinin küresel egemenlerden bir “ubuntu beklentisi”içinde olması ise bir ham hayalden ibaret.
ÇARE “UBUNTU”DA MI?
“Ubuntu”; sömürge öncesi döneme ait Afrika kökenli bir kavram. İngiliz sinema yönetmeni John Boorman’ın (doğumu 1933), ABD’de “In My Country” (Benim Ülkemde) adıyla oynatılan filminin de tema’sını oluşturan felsefî görüş. Biri ABD’li siyahî, öteki Güney Afrikalı beyaz iki gazeteciyi canlandıran Samuel L. Jackson ile Juliette Binoche’un başrollerini paylaştıkları 2004 yapımı filmde; adalet, vicdan, ırkçılık kavramları sorgulanıyor.
“Ubuntu” kavramının öyküsüne gelince… Afrika’da çalışan bir insan bilimi uzmanı (antropolog), bir kabilenin çocuklarına, beraberce oyun oynamayı önerir:
— Ben karşıdaki ağacın altına bir sepet meyve koyacağım, siz de şuradaki çizgide sıralanacaksınız ve yarışın başlaması için işaretimi bekleyeceksiniz. Ağacın altına ilk ulaşan, sepetteki ödülü kazanacak, tüm meyveleri o yiyecek.
Sonra, başlama çizgisinde sıralanan çocuklara, “Başla!” komutunu verir.
Uzmanın beklemediği bir şey olur; tüm çocuklar el ele tutuşup koşar, ağacın altına birlikte varır ve sepetteki meyveleri birlikte yemeye başlarlar.
Uzman çok şaşırır. Neden böyle yaptıklarını sorunca şu yanıtı alır:
— Ubuntu yaptık.
— Yani?..
— Birbirimizle yarışa girseydik yarışı sadece birimiz kazanacak, beşimiz kaybedecektik. Beş arkadaşı üzülünce yarışı kazanan kişi meyveleri zevkle yiyemezdi.
Güney Afrika’daki Bantu dillerinde yer alan “ubuntu”, derin felsefî anlamı olan bir kavram:
“Ben, Biz olduğumuz için Ben’im.”
Yukarıda dediğimiz gibi, yoksulluğun yenilmesi için egemenlerden “ubuntu” ummak, Godot’yu bekleme örneği safdilliğin dik âlâsı olur. Ama, bizim gibi dokusu gevşetilmiş, tel tel çözülmeye yüztutmuş toplumlarda, “el ele koşup meyveyi birlikte yemek” anahtar felsefe olabilir. Büyük Önder Atatürk’ün izine dönüp O‘nun “tam bağımsızlık” ülküsü çerçevesinde bütün gücümüzle üretken, planlı ekonomiye geçerek…
Aksi hâlde ne mi olur?.. Önümüzdeki günlerde, “insanî yardıma gereksinim duyma riski taşıyan” ülkeler arasında, Türkiye’nin de adının geçtiğini anımsatalım. Yani ortada meyve falan kalmayabilir!
GRAM GRAM ‘EPİGRAM’
Ne güzel bir yağmur yağdı bu sabah
Olgun bir gülümseme damlaların yüzünde
Sevgiyle yıkadı 29 Ekim öncesi
Çirkin ruhların çirkefinden
Atatürk büstlerini
Heykellerini
Yerlere dek eğildi saygıdan bulutlar
Yine bekledim içine çekince yurdumun
Cumhuriyet toprağı kokusunu
Özlediğini duyumsar da pişman olup geri döner diye
Aydın namusunu
Ve utanma duygusunu!