Türkiye Cumhuriyeti ‘ulus devlet‘inin kurucusu Atatürk, bizim yumuşak karnımızdır.
“Tarih”i eğip bükerek bizi ayrıştırabileceklerini sananlar, en duyarlı sinir uçlarımızın O‘na çıktığını çok iyi bilirler. Bunlar, kendileri için uygun siyasal iklimi bulduklarına inanınca Büyük Önder’in annesine dil uzatmak dâhil, her türlü iğrenç yalanı, iftirayı atmaktan zerrece utanmazlar.
Kimileriyse hem ‘zamanın ruhu’na uygun davranıp kesemi doldurayım hem de Türk’ün Ata’sına gönül ve akıl bağıyla bağlı olanlardan tepki görmemeyim ikiyüzlülüğü / korkaklığı içinde sürekli bir sabuklama (hezeyan) sergilerler.
KAFATASI İZİ SÜRMEK
Bu çerçevede, özel bir ‘düşünce’ kuruluşunun başkanlık koltuğunda oturan akademisyen, bir tv kanalında, “Balkan göçmenleri Türk değildir, Türkleştirilmiştir.” tezini ortaya atınca haklı olarak kızılca kıyamet koptu.
Söz konusu kişinin gerçek amacı, dolaylı yoldan -Selanik doğumlu- Atatürk’e saldırmak mıydı?
Bunu bilemediğimiz için kendisini suçlayamıyoruz.
Ama, 21. yüzyılda ‘kafatası izi’ sürmenin yanlış olduğunu biliyoruz.
Balkan göçmenlerinin, Anadolu’dan gönderilmiş ‘nitelikli’ Türkler olduklarını da…
“Evlad-ı fatihan” adı verilen bu kişilerin Türk olmaları bir yana, Osmanlı’nın Balkanlardan dört yüz yıllık egemenlikten sonra 1918’de çekilmesiyle bölge uluslarının kendi uygarlıklarına ‘hiçbir şey olmamış gibi’ döndüklerini biz söylemiyoruz, tarih bilimcileri yazıyor (1).
‘MÜBADİL’ ŞEYH BEDRETTİN!
Anadolu’dan Balkanlara gönderilmiş olan evlad-ı fatihan; 1923’te Türkiye Cumhuriyeti’nin ‘tapu senedi’ niteliğindeki Lozan Barış Antlaşması’na eklenen bir sözleşme uyarınca anayurda döndüler. “Mübadele”(değişim) yoluyla Türkiye’den bir milyon 200 bin Rum, Yunanistan’a; 500 bin Türk de Yunanistan’dan Türkiye’ye zorunlu göç ettirildi.
Bir yıl sonraki 1924 mübadilleri arasında, Şeyh Bedrettin de vardı! Elbette kendisi değil; mezarındaki kemikleri. Çünkü 1419 yılında, hâlen Yunanistan sınırları içinde bulunan Serez’de idam edilmişti ve henüz bir yaşındaki Türkiye Cumhuriyeti’nin bu davranışı, Şeyh Bedrettin’e bir tür “iade-i itibar” (saygınlığın geri verilmesi) idi.
Peki, neyle suçlanmıştı da asılarak öldürülmüştü, Bedrettin?
Bunu anlamak için Edirne Eski Cami‘nin girişindeki levhada yer alan yazıyı yeniden anımsayalım:
DÜŞÜNÜRE SUÇLAMALAR
“… Serez’de Bâtınî itikâdında olan Şeyh Bedrettin isyan çıkarmıştı. (Sultan Çelebi Mehmed Han) Şeyhi yakalattı. Ehl-i sünnete uymayan itikâd üzere olmak ve cemiyet nizâmını bozmakla suçlu bulunan isyancı, Molla Haydar’ın fetvâsıyla Serez Pazarında asıldı. İdamı esnasında ‘Ben bu cezayı hak ettim’ diye itiraf etmiştir…”
14. ve 15. yüzyılların ünlü din bilgini / düşünürlerinden Simavna Kadısıoğlu Şeyh Bedrettin, ‘döneminin yüzyıllarca ilerisinde’ bir aydındı.
Çelebi Mehmet’ten bir önceki Osmanlı padişahı Musa Çelebi’nin kadıasker (kazasker) olarak atadığı Bedrettin, Çelebi Mehmet’in tahtı ele geçirmesinden sonra İznik’e sürüldü.
Bu arada onun eşitlikçi, özgürlükçü, din bağnazlığına karşı görüşleri, Anadolu’da yeni Müslüman olmuş Türkler ya da Müslüman olmayanlar, Alevi Türkmen gruplar arasında yayılıyordu (2).
Çok sayıdaki öğrencisinden Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal‘in öncülüğünde Osmanlı’ya tepkiler giderek başkaldırıya dönüştü. Kolluk güçlerinin çok kanlı biçimde bastırdığı başkaldırının ardındaki kişi sayılan Şeyh Bedrettin yakalanarak Serez’de idam edildi.
SAVLAR VE GERÇEKLER
Eski Cami’deki levhada, bir suç olarak gösterilen “Bâtınîlik; İslamda Kuran ayetlerinin görünür anlamlarının dışında, daha derinde gerçek anlamları bulunduğu inancına sahip olmak” demek. Zaten, İslam felsefesi üzerine eğilmek, bu anlamları araştırmayı gerektirmiyor mu!
Ve aynı levhada söz konusu inancın, “Ehl-i sünnete” yani “Sünni Müslümanlığa” uymadığı belirtiliyor. Kuran‘ın yanı sıra Hz. Muhammet’in sünnetlerine göre davranmayı koşul sayan bir inanç dizgesi bu. Kimi din bilginlerinin “şirk” (Tanrı’ya ortak koşmak) diye yorumladığı; evliya, sakal ve hırka, türbeler vb. ibadet yoluyla şefaat istemek (Tanrı’nın bağışlaması için aracı kılmak) yöntemlerini de içeriyor.
Osmanlı, “Birtakım insanlar, birtakım insanlara taparlar; kimi altın ve gümüş paralara, kimi yenilecek içilecek nesnelere tapar da Tanrı’ya taptığını sanır.” diyen Bedrettin‘i sadece yasaklamakla yetinmedi… ulema, onun “Varidat” (3) adlı yapıtını üzerinde bulunduranların necis (pis, kirli) olduklarına ve gusletmeleri gerektiğine değgin fetvalar bile verdi.
NÂZIM’IN DİZELERİNDE
Türk halkı Şeyh Bedrettin’i, Nâzım Hikmet‘in onun için yazdığı “destan” ile tanıdı.
“… Demiri oya gibi işleyip hep beraber/ Hep beraber sürebilmek toprağı/ Ballı incirleri hep beraber yiyebilmek/ Yarin yanağından gayri her şeyde/ Her yerde hep beraber diyebilmek için…”
Bedrettin hakkında derin araştırmalar yapan Prof. Dr. Z. F. Fındıkoğlu da onun “Müslüman doğu kültür tarihinin çığır açmış bir düşünürü” olduğunu belirtip “Sosyalizm tarihinin sayfaları arasında yer alabilecek değerde” olduğuna dikkat çekiyor (4).
PİŞMAN OLDU MU?
Eski Cami’deki levhada, Şeyh Bedrettin’in, idamı öncesi “Ben bu cezayı hak ettim.” itirafında bulunduğu savı var.
Sanıyoruz ki bu sav da doğru değil.
İdam edilmek üzere Divan-ı Hümayun’a getirilen Bedrettin’e, Padişah Çelebi Mehmet alaycı bir dille sorar:
— Neden benzin sararmış, yoksa hummaya mı tutuldun?
Bedreddin:
— Güneş batarken sararır…
— Neden buyruk ıssı (sahibi, maliki) olanların buyruklarına karşı geldin, aykırı iş yaptın?
— Ya sen niçin Tanrı’ya muhalefette bulundun?
Ardından da şu tarihsel sözleri söyler, Bedrettin:
— Hakikat bize insanları varlıklarına, dinlerine, dillerine göre ayırmamızı değil, birleştirmemizi buyurur. Ama mademki biz yenildik, şimdi artık bütün bu konuşmalar boşadır. Yeryüzü sultanına başkaldırmış birinin katli vacip değil midir? Vaciptir! Öyle ise verin şu fetvanızı!
Hakkındaki idam fetvasının altına “kazasker” olarak mührü kendisi basıp baş eğmeden bu dünyaya veda eder, Şeyh Bedrettin.
Yukarıda, 1924 mübadelesi ile kemiklerinin yurda getirilip saygınlığının geri verildiğini belirttik ama…
Bu nakil öyküsünün devamı pek iç açıcı değil. Simavna’daki tekkesinin bahçesinden alınan kemikler, 37 yıl boyunca Topkapı Sarayı’nda, çinko bir kutunun içinde tutulur. Ancak 1961’de, İstanbul Çemberlitaş’taki II. Mahmut türbesine gömülür.
Düşün dünyamızın yüzakı bu değerli aydının önünde saygı ve minnetle eğiliyoruz.
GRAM GRAM ‘EPİGRAM’
– Orhan Veli’ye nazire –
Neler yapmadık şu vatan için
Kimimiz öldük…
Kimimizse nefret dilli düdük;
Hipokrat andını tutup
Can verenleri bizim için
Vatan haini ilan ettik.
Değirmende ağartmışız biz bu sakalı.
1) Fernand Braudel; “Akdeniz”, Metis Yayın, sayfa 104 – 105
2) Metin Kunt; “Türkiye Tarihi 2. Cilt- Osmanlı Devleti 1300 – 1600, Yayın Yönetmeni: Sina Akşin, Cem Yayınevi, sayfa 69 – 70
3) Simavna Kadısı Oğlu Şeyh Bedrettin; “Varidat”, Derleyen: Prof. Dr. Mehmet Kanar, Tekin Yayınları.
4) Metin Kunt; agy. sayfa 70