‘ŞEYTANLARIMI (!) ÖLDÜRME, YOKSA…’

Çetin Altan, bir sabah Kabataş’ta vapurdan inince kıyıda Özdemir Asaf’ı görür. Şair eğilmiş, pür dikkat denize bakmaktadır.

Çetin Altan:

– Günaydın. Hayrola?..

Özdemir Asaf:

– Sormayın yahu! Dün gece burada ceketimi denize düşürdüm. Kıyıya vurur umuduyla bakıyorum işte!..

Gece “Fuaye”de içmiş olmalı yine. Ferhan Şensoy’un anlatımıyla (1):

“Taksim’de, Fransız Konsolosluğu’nun arkasındaki sokakta, birincisi gereğinden fazla yüksek iki merdivenle inilen Fuaye isimli caz bar. Küçücük bir yer. Boyu bir buçuk metre, toplam dört sandalyesi olan barın arkasına sadece barmen olarak Fuaye Adnan zar zor sığıyor. Duvar dibindeki sandalye Özdemir Asaf’ın tapulu yeri. Gene o noktada, sarhoş ve söyleniyor…”

BİR KUCAK AYIŞIĞI

Özdemir Asaf (11 Haziran 1923 – 28 Ocak 1981); Taksim’den Kabataş iskelesine indiği ‘gecenin ileri sabahın geri’ bir saatinde, dalgaların sandalına binmiş olan ayışığını kucaklamak isterken ceketini denize düşürmüş olabilir mi? Hani, ‘adını gizlediği’ Lavinia’ya gıyabında da olsa “Üşüyorsan al… ” dediği ceketini…

Zaten kavak yelleri esen şair “ser”i, içkiyle daha bir “hoş” olunca… 

Kendisinden on iki yüzyıl önce yaşamış Çinli şair Li Po’nun yaptığı ve de yazdığı gibi:

“Yalnız içiyorum. / Hiç dostum yok etrafta. / Kadehimi kaldırıp / Davet ediyorum ayı / ve de gölgemi. / Üç kişiyiz şimdi. / Ama ay bilmiyor içmeyi / ve beni taklit, gölgemin tek bildiği.”

Şaka değil; Li Po (ölümü: 762), gece Yangtze Nehri’nin sularına vuran ayışığını kucaklamak için bindiği sandaldan düşüp boğularak yaşama veda etmiş.

Bu konuda, Tekel idaresini filan işe karıştırmadan bizim Kayahan‘ın (1949 – 2015) şarkısındaki gibi, iletiyi doğrudan vermek de bir yöntem olabilir:

“Atın beni denizlere / Yalan dünya size kalsın…”

‘Tekel’ dedikse sözün gelişi… Rakı, bildiğiniz gibi çoktan ‘çokel’leşti! Tekel’den sonraki ilk sahipleri, Avrupa’yı ekonomik krizin vurduğu günlerde Batılı liderlere birer ‘büyük rakı’yı, şu not eşliğinde göndermemiş miydiler:

“Biz Türkler, çözümü zor sorunlarımız olduğunda bir ‘büyüğe’ danışırız!”

(Hangi büyüğe, nasıl danışacağız?.. 35’lik rakının fiyatı bile 63 liradan başlıyor. 70’lik ‘büyüğün’ ise yanına yaklaşılmıyor; 119 liradan başlayıp 183 liraya kadar tırmanıyor.)

‘… MELEKLERİM ÖLEBİLİR’

Yukarıdaki satırlarımızı okuyanlar, bizi içkiyle fazlaca haşır neşir olan biri sanabilirler.

Hiç de öyle sayılmayız ama bu özgürlüğümüzü kimselere kaptıracak göz de yok bizde!

Geçenlerde, bir tv kanalında oynatılan 2008 ABD yapımı “Sibirya Ekspresi”(Transsiberian) filminin bir sahnesini izlerken hem güldük hem de bu özgürlüğümüzü duyumsadık.

Sözünü ettiğimiz; çekildiği yıl İstanbul Film Festivali’nde de oynatılmış olan Brad Anderson imzalı, neo-noir tarzında bir psikolojik gerilim filmi. Baş kahraman Roy’a (Woody Harrelson), karısı Jessie (Emily Mortimer) sigarayı bıraktırmak istiyor. Roy’un Jessie’ye verdiği yanıt:

– Şeytanlarımı ortadan kaldırırsan meleklerim de ölebilir!..

Aslında bu replikte, ABD’li ünlü oyun yazarı Tennessee Williams’a (1911 – 1983)gönderme var. İçki müptelası olan yazar Williams, psikiyatri sağaltımı gördüğü sıralarda, günlüğüne şunu yazmış (2):

– İçimdeki şeytanlardan kurtulursam meleklerimi de yitiririm… Bu benim sonum olur.

Bizde daha çok, sinemaya da uyarlanmış olan (başrollerde, Holywood’un efsane kadını Liz Taylor ile Paul Newman) “Kızgın Damdaki Kedi” oyunuyla tanınan Tennessee Williams‘ın sonuna gelince… Yazar, boğularak ölmüş. Ama, Çinli şair Li Po gibi denizde ayışığını kucaklamak isterken değil; New York’ta kaldığı bir otelde, yanlışlıkla bir şişe kapağını yutunca…

Her biri, ışıklar içinde uyusunlar.

SON SÖZ: 

Çoğulcu demokrasilerde herkes, düşüncesinde ve yaşam biçiminde özgürdür. Kimseye zarar vermeme, kendisi gibi olmasını dayatmama koşuluyla… Aynı çerçevede hiçbir yönetici de toplumu oluşturan bireylerin, bir tür ‘kendi klonlarından oluşması’ için baskı yapamaz. Bu uğurda iktidar erkini, olanaklarını kullanamaz. Tennessee Williams’ın günlüğündeki notu topluma uyarlarsak:

– Birilerinin, ‘içimizdeki şeytan’ olarak gördüklerinden kurtulmak için ısrarla sürdürdükleri zulme seyirci kaldıkça bir bakmışız ki meleklerimizi yitirmişiz… Bu bizim sonumuz olur.

DİL YANLIŞLARIMIZ 

İçinde bulunduğumuz yaz mevsiminin gözde içeceklerinden biri, komposto.

Bir tv dizisinin sahnesinde, yemek masasına konulan “komposto”ya, “hoşaf” denildiği kulağımıza çalındı.

Aklımıza, Osmanlıcaya sahip çıkan eski bakanlardan birinin, web sitesinde, Türk Dil Devrimi savunucusu eski Millî Eğitim Bakanı’nı haksız yere suçlaması geldi. Kendisi, Osmanlıca sözcükler yerine, bunların “öz Türkçe ya da Batı kökenli karşılıklarını” kullanmayı yeğleyen siyasetçilerin yanı sıra aydınlara da yükleniyordu. Örneğin, “güzelim Farsça ‘hoşaf’ kelimesini söylemektense sırf Fransızca olduğu için ‘komposto’ demeyi tercih edenleri, Batı hayranı olmakla” suçluyordu.

Oysa, bu karşı devrimci eski bakanın sözünü ettiği -tv dizisinde de karıştırılan- iki tatlı içecek birbirinden farklı; hoşaf, kuru meyvelerden; komposto ise yaş meyvelerden yapılır.

GURUR / KIVANÇ / İFTİHAR

Geride bıraktığımız seçim döneminde, siyasetçilerimizin mitinglerinde sık sık işittiğimiz tezahürat:

– Türkiye, seninle gurur duyuyor.

Arapça kökenli “gurur”un karşılığı, “kendini beğenme, büyüklenme, kibir” gibi iyi olmayan özellikler.

Birinin başarısı karşısında “gururlanmak” ya da “gurur duymak” yerine; birbiriyle eş anlamlı “kıvanç duymak”, “göğsü kabarmak” veya (başarılı kişiyle) iftihar etmek”bizce daha doğru eylemler.

Elbette, siyasetçiler bu duygularımızı gerçekten hak ediyorlarsa…

GRAM GRAM ‘EPİGRAM’

Ay’ı hiç yeşil renkte görmedim

Görürsem söz, içkiye tövbe ederim!

(1) Başkaldıran Kurşunkalem, Ortaoyuncular Yayınları, 3. basım, aralık 2012, sayfa 7

(2) Selçuk Altun; “Buraları Rüzgâr Buraları Yağmur”, T. İş Bankası Kültür Yayınları, 2015, sayfa 83