SESLER VE RENKLER

“Renk”, Farsçadan (“reng”) son harfini sertleştirerek dilimize aktardığımız bir sözcük.
Bilindiği gibi, cisimler tarafından yansıtılan ışığın gözde oluşturduğu duyum, anlamında.
Mecaz olarak da ‘nitelik, çeşitlilik’ demek.
Müzik insanları, “ses tonu”na, “ses rengi” de diyorlar. Her bir çalgı (enstrüman) veya insan sesinin, ayrı nitelikler (tını) taşıdığını; özellikle ‘insan sesinin parmak izi gibi kişiye özgü’ olduğunu söylüyorlar.
.
‘PASTORAL SENFONİ’
.
Sesler (ya da müzik) ve renkler arasındaki bağıntı, Fransız yazar André Gide’in “Pastoral Senfoni” romanını veya uzun öyküsünü akla getiriyor.
Gide’in yapıtında bir Protestan rahip, -sonradan âşık olacağı- görme engelli bir kız olan Gertrude’ü himayesine alır. Ona renkleri öğretecektir ama “İncil’in hiçbir yerinde renk kavramının söz konusu olmadığını” görür. Sonunda bulduğu yol çok ilginçtir; Kızı, Beethoven’in “Pastoral Senfoni”sinin çalındığı konsere götürür. Konser sonrasını, kitaptan aktaralım (*):
“Gertrude’e, yaylı çalgıların, nefesli bakır çalgıların, flütlerin her birinin çıkardığı sesleri ayırt ettirdim ve bunların her birinin kendine göre az ya da çok güçlü olarak en tizinden en pesine kadar bütün ses çeşitlerini verebildiklerini anlattım. Bunlara benzer biçimde, doğadaki renkleri de gözünün önüne getirebileceğini söyledim. Örneğin, dedim, kırmızı ve turuncu renkler borulu çalgılarla mızıkaların seslerine, sarılarla yeşiller kemanların, viyolonsellerin ve basların seslerine benzer; morlarla maviler de flütlerin, ağız çalgılarının seslerini hatırlatır.”
.
SİNEMANIN RENKLERİ
.
Hafta içinde, seslerle renklerin birbiriyle nasıl iç içe geçtiğini yansıtan üç ayrı film izledik. Elbette, korona virüsü pandemisi yüzünden sinemalar kapalı olduğu için küçük ekrandan…
Filmlerden ilki, yine Beethoven’in (op.131) yapıtından esinlenilerek yönetmen Yaron Zilberman tarafından çekilmiş olan “Son Konser” (A Late Quarted) idi. Başrollerde, oyunlarıyla göz kamaştıran Christopher Walken, Philip Seymour Hoffman ve sinemanın en güzel ‘kedi gözlü’ kadınlarından Catherine Keener… Yirmi beş yıl boyunca birlikte çalmış olan dörtlü müzik grubunda (quarted), çellocu (Christopher Walken) parkinsona yakalanır. Hepsi çok üzülürler. Ama, bir avuntu nedenleri vardır; dört müzisyenden üçünün, çeyrek yüzyıldır birlikte çaldıkları üç ayrı çalgıyla birbirini tamamlamaktan da öte, varlıkları bütünleşmiş (içkin, mündemiç olmuş) gibidir.
Oysa çello bireysel bir çalgı, bir başka deyişle öteki üçünden apayrı bir renktir. Verdikleri görkemli “Son Konser”in ortasında, parkinsonlu arkadaşları yerini, başarılı bir diğer çello sanatçısına bırakacak, böylece “quarted” bozulmayacaktır.
İzlediğimiz ikinci film de ayrı bir başyapıt; yönetmen Martin Scorsese’nin (Woody Allen ve Francis Ford Coppola’nın da imzalarını taşıyan) “New York Üçlemesi”. Filmde, Nicke Nolte’nin canlandırdığı soyut resimleriyle ünlenmiş sanatçıya göre, müzikle resim yani renkler, birbirinin olmazsa olmazıdır. Ve ressam, ancak yüksek sesle klasik Batı müziği yapıtları çalınan ortamda tuvalin başına geçip başarılı ürünler verebilmektedir.
.
İLLE DE İNSAN SESİ!
.
Bu da favori listemize alıp iki kez izlediğimiz bir diğer filmden, belleğimize mıh gibi çakılan bir replik:
— Lokanta açmıştım. Annen garson olarak işe girdi. Bir gün mutfaktan gelen şarkı sesi duydum. Kalbim duracak gibi oldu. Annene, ‘Şarkıyı sen mi söylüyordun?’ diye sordum. ‘Hayır…’ dedi; ‘İçimdeki sürgün söylüyor…’ Sonra insanlar, orman yangınından topluca kaçan canlılar gibi anneni dinlemeye, buraya geldiler.
Bizde “Aman Doktor” adıyla oynatılan, baştan sona Rebetico müziği çalınıp söylenen, yönetmen Tony Gatlif’in hüznün şiirini yazdığı “Djam” filmi bu.
Yunan denizci Kakourgos (Simon Abkarian), ölmüş olduğu için görmediğimiz karısının filmde işitmediğimiz sesini, üvey kızı Djam’a (Daphne Patakia), yukarıdaki sözlerle anlatıyordu.
Birçok sahnesi Türkiye’de çekilen filmde, karşılıklı göçe tabi tutulanların (mübadil) çektikleri acıların üstüne; son yılların kaçak göçmen facialarına sahne olan Ege kıyılarına vurmuş patlak botlar, üzerinde İstanbul yazılı terk edilmiş tekneler tuz biber ekiyordu.
Finale yakın bölümde delifişek Djam, banka borçları nedeniyle evlerini hacze gelen memurların karşısına tüfekle dikilince üvey baba Kakourgos, bir kez daha sağduyunun sesi oluyordu:
— Bırak duvarları! Duvarlar onların olsun. Biz şarkı söyleyeceğiz.
Evet, insanlık sürgit acılarla yaşayacak değil ya!
Gün gelecek biz de şarkılar söyleyeceğiz.
Umarız, Eduardo Galeano’nun Brezilyalı soprano Joaquina Lapinha için dediği gibi hem de:
“Her heceye renk vermeye muktedir” olarak…
.
DİL YANLIŞLARIMIZ
.
Yabancı filmlerin Türkçe çevirilerinde yapılan dil yanlışları sık sık sinema keyfimizi kaçırıyor.
Özel bir kanalda, yönetmen Florent Siri’nin “Rehine” filmi yayımlandı. Bruce Willis’in başrolü oynadığı filmde, bir evde yaşayanları rehin alan üç kişiden biri, (‘Polis istese bizi öldürebilirdi.’ anlamında) şöyle diyordu:
— Bunu ‘defalarca kez’ yapabilirlerdi.
Arapça kökenli “defa” ile öz Türkçe “kez”, eş anlamlı iki sözcük olduğuna göre ‘defalarca kez’ demek neyin nesi oluyor! Defalarca, demek yeterli.
Bir dil yanlışı da Oscar’lı iki oyuncu Penélope Cruz ile Javier Bardem’i bir araya getiren “Pablo Escobar’ı Sevmek” (yönetmeni Fernando León de Aranoa) filminden. Gazeteci Virginia Vallejo (Cruz) ile Escobar’ın (Bardem) arasında şöyle bir diyalog yaşanıyor:
— Kocanız ne iş yapıyor?
— O bir plastik cerrah.
Plastik sanayii öyle gelişti ki artık bu maddeden cerrah bile yapabiliyorlar, demek istemeyeceğine göre…
Genç kadın herhâlde, kocasının ‘plastik cerrahi uzmanı’ olduğunu söyleyecekti.
Tıpkı, “Japon yapıştırıcı-sı” diyecekken…
“Japon yapıştırıcı” (Japonları birbirine yapıştıran!) diyenler gibi!..
.
GRAM GRAM ‘EPİGRAM’
.
Kim kimi yenerse yensin
Top başı yapılan sahalarda
Şampiyon şimdiden belli;
Sağduyuyu çalımlayan korona!
.
(*) André Gide; “Pastoral Senfoni”, Türkçesi: Leylâ Gürsel, Cem Yayınevi, sayfa 31 – 32