PLAUDITE!

Sabahın erken saatlerinden beri yağmur yağıyor.
Karşı bahçenin duvarını boydan boya saran hanımelinin sarı – beyaz çiçekler açmış olduğunu yeni ayrımsıyoruz.
Ağaçların, çimenlerin ilkyaz yeşili; güllerin kan kırmızısı, ‘gönlüm sende pembe’si, ışıl ışıl gözleriyle ağlarken gülümseyen birer çocuk!
Kurşun rengi gökyüzü, bulutlarını belli belirsiz aralayarak Eros’un gümüş oklarına geçit verince ‘çatıları gizleyen’ kırmızı kızlar da ışıltılı çocuk gülümsemesine katılıyor.
Sanki birazdan yağmur dinip güneş açacak ve bir Eski Roma tragedyasının baş oyuncusu izleyenlerine sahneden seslenecek:
— Acta est fabula plaudite!..
“Oyun bitti, alkışlayın!”
.
MUTLULUĞA MECBURUZ!
.
Rahmetlik meslek büyüğümüz Nail Güreli (1932 – 2016), kendisine hâl hatır sorduğumuzda hep aynı yanıtı verirdi:
— Mecburen iyiyiz.
Kutsal ışıklar içinde uyusun.
Korona virüsü günlerinde hepimiz, kurulu yay gibi gerginiz. Öylesine kötü bir sarmal ki bu, Çetin Altan’ın deyişiyle ‘enseyi karartanlar’ için daha da yaşamsal bir tehdit oluşturuyor.
Virüse karşı bağışıklık kazanmamız, ruhsal olarak da güçlü kalmamıza bağlı. Ve bu bizim için bir tür ‘ağlarken gülümseyen çocuk’ olabilme oksimoronu anlamına geliyor. Elbette içinde bulunduğumuz olağan dışı koşullar, ‘mecburen iyi’liğimize ne denli olanak tanıyacaksa!
Aslında şahsen, komik olmaktan çok ‘acınası’ bulduğumuz kimi Amerikan sitkom’larındaki (durum komedisi) kahkaha efektleri bile insanı belli ölçüde mutlu edebiliyormuş. Hani, izleyiciye “Sen şakadan, ince espriden anlamazsın! Bak, burada güleceksin!” diye filmin uygun gördükleri sahnelerine yerleştirdikleri ‘konserve kahkahalar’ var ya! İşte, onlar beynimize, ‘mutluluk hormonu’ serotonin salgılatıyormuş. Bu da hinoğluhin kapitalizmin ‘hormonal bağımlılık’ yaratma numarası olabilir!
Hoş, bilim insanları ,vücudumuzdaki serotonin’in yüzde 80 – 90’ının bağırsaklarımızdaki sinir hücreleri tarafından üretildiğini buldular ya!
.
FELSEFE / YAZIN BOYUTU
.
Mutlu olmak için Epikürcü olmamız da şart değil; Eski Yunan düşünür Epikuros’un (İÖ 341-271) öğretisini benimsemiş; ehlikeyif, zevk peşinde koşan (kişi), anlamında.
Hayata, Thomas Mann’ın kimi ‘cimbakuka’ (1) öykü kişiliklerinin baktıkları gibi bakabilmeyi felsefe edinebilmek önemli.
Bebekken ‘şarapçı’ sütannesinin yatırdığı masanın üzerinden düşünce ömür boyu çarpık bedenli bir engelli olmaya mahkûm Johannes Friedmann örneği (2) :
“Bizim için ‘mutlu’ sözcüğüyle bir akış izlesin, izlemesin, yaşamın kendisi tek başına güzel değil miydi? Johannes Friedmann hissediyordu böyle olduğunu ve hayatı seviyordu. Yaşamın bize sunabileceği en büyük mutluluğa sırt çevirmiş onun gibi birinin, kendi erişebileceği küçük mutlulukların zevkini nasıl içten bir özenle çıkarabildiğini kimse bilemezdi. İlkbaharda kırlara açılıp parklarda dolaşmak, bir çiçeğin burcu burcu kokusunu solumak, bir kuşun ötüşünü dinlemek, bütün bunlar insanın içini şükran duygusuyla dolduracak şeyler değil miydi?”
.
‘GÜZEL SANAT’ KATKISI
.
Bu kadarına fazla çaba harcamadan ulaşılabiliyor. Ama, dahası var: Thomas Mann (1875 – 1955), aynı ‘cimbakuka’ kahramanı aracılığıyla ‘mutlu olmamız için eğitimin (insanın kendi kendisini eğitmesinin) özellikle de güzel sanatlarla iç içe olmanın gerekliliğini’ vurguluyor.
İşte, bedensel açıdan yaşıtlarına ‘hükmen yenik’ Johannes Friedmann, ‘eşit hayatın zevkini çıkarmak için kendini eğitiyor’. Müziği seviyor, kentteki hiçbir konseri kaçırmıyor. ‘Çarpık vücuduyla son derece acayip manzara oluşturmasına karşın’ keman çalıyor. Her gün biraz daha hâkim olduğu bu enstrümandan ‘çıkardığı her güzel ve yumuşak ezgi, kıvançla dolduruyor içini.’
Ve yazın (edebiyat):
“Okuya okuya zamanla kentte kimsede eşine rastlanmayan bir beğeninin sahibi olmuştu. Gerek ülke içinde, gerek dışında yayınlanan yapıtların hepsinden haberi vardı. Bir şiirdeki ritmik güzelliğin tadına varabiliyor, incelikli bir öykünün mahrem havasını soluyabiliyordu…”
Alman yazarın, kahramanı Johannes Friedmann’a uygun gördüğü ‘son’u açığa vurup da söz konusu öykü kitabını okumaya niyetlenenlerin keyfini kaçırmayalım.
Şu kadarını belirtmekle yetinelim: Genç adam, yaşamındaki olumsuzluklara karşı salt kendi çabasıyla kurduğu ruhsal dengesini bir anda yitirecektir. Neden mi? Eros’un yukarıda sözünü ettiğimiz ‘gümüş okları’ yüzünden!.. Dünyanın kuruluşunda iki kardeşi, Habil’le Kabil’i ‘ölümüne’ karşı karşıya getirdiği ve bugüne değin hiç değişmediği öne sürülen bir sebepten yani:
“Kız meselesi…”
İşin içine, Dante’nin “İlahi Komedya”sının son dizesindeki “Güneşi, yıldızları döndüren sevgi” gerçeği girince de tragedya, alkışın en büyüğünü hak ediyor demektir. Öyleyse:
“Plaudite!”
.
DİL YANLIŞLARIMIZ
.
Düzenli olarak tv izlencesi hazırlayıp sunan, dolayısıyla da milyonlarca izleyicinin karşısına çıkan kişilerin, ‘doğru Türkçe’ konuşmaya ‘dilleri mahkûm’!
Oysa ekranlar, bu ünlülerin çoğunun ‘sesletim’ (telaffuz) yanlışından geçilmiyor.
Bir haber kanalımız, özgür yayıncılık yapamadığı haklı gerekçesiyle bir kampanya düzenledi. Kampanya çerçevesinde, kanalın ünlülerinden biri, her gün onlarca kez şu sloganı yineliyor:
— Sizinle dertleşecek, sizin görüşlerinizi açıklayacak, paylaşacak (bizimkinden başka) kanal kalmadı…
Değerli televizyoncu, bu tümcedeki “dertleşecek”, “açıklayacak”, “paylaşacak” eylem çekimlerini, yazıldığı gibi okuyor. Kendisine, Türkçe sesletimde “ünlülerin daralması” diye bir kural olduğunu anımsatalım.
Söz konusu eylem çekimlerinde, “-ecek” ve “-acak” ekleri; geniş ünlü harf olan “e”ler, dar ünlü harf olan “i”ye; “a”lar da “ı”ya dönüştürülerek okunur, kimi ünlü harfler ise sesletimde düşer. Sloganın doğru sesletimi:
— Sizinle dertleşicek, sizin görüşlerinizi açıklıy’cak, paylaşıcak kanal kalmadı…
Aynı kampanyada bir başka tanınmış gazeteci de ‘denetim’ anlamındaki, son sesi ‘ince l’ olan “kontrol” (Fr. contrôle) sözcüğünü her gün belki kırk kez ‘kalın l’ ile okuyor; “kontrollü” yerine “kontrollu” diyor.
N’olur!.. Bari sizler yapmayın!
.
GRAM GRAM ‘EPİGRAM’
Açıldı siyasette yine
Aynı bayramlık ağızlar
Şeker yerine çiğnendi
Barışa zehir sakızlar!
.
1) Cimbakuka: Biçimsiz, çelimsiz, eğri büğrü (kimse)
2) Thomas Mann; “Seçme Öyküler”, Cem Yayınevi, Türkçesi: Kâmuran Şipal, sayfa 10 -11