Kültür sanat dergisi Alkış‘ın yeni sayısında (Mayıs – Haziran 2020) yayımlanan yazım:
Yeryüzünde konuşulan / yazılan birçok dilde cansız varlık adları, hâttâ kavramlar, bilindiği gibi “dişil” ve “eril” olarak ikiye ayrılır.
Ayrım şaşırtıcıdır:
Örneğin, Fransızcada “kitap” (livre), “defter” (cahier) eril; “kalem” (plume) ise dişildir.
Aynı biçimde “masa” (table), sandalye (chaise) ve “tabak” (assiette) dişil; ama “halı” (tapis) erildir.
‘Nezaket’ demek olan “politesse” kavramının genellikle kadın davranışını yansıtan / dişil olmasını anlayabiliyoruz.
Ama, Fransız’ın, ‘serbestlik, kurtuluş’ anlamlarına gelen “libération” (liberasyon) sözcüğünü dişil sayması, Doğu kadınlarının ‘tutsaklığına’ bir tür tersinleme (ironi) sanki!
(Öte yandan, 1870’li yıllarda çıktığı Avrupa gezisi sırasında Prusya’ya da giden Mark Twain, Amerika’ya dönüşünde “Korkunç Alman Dili” adlı bir kitap yazmış. Kitapta, dişil – eril ayrımı konusunda Almancayı argo deyişle fena hâlde ti’ye alıyor (1) :
“Almancada bir genç kızın cinsiyeti yoktur ama bir şalgamın vardır. Bunun, şalgama nasıl abartılı bir saygı, kıza nasıl hiçe sayan bir saygısızlık olduğunu bir düşünün.”)
.
TÜRKÇEMİZDE DURUM
.
Türkçemiz, Ural – Altay dil öbeğinin Altay koluna bağlı. Bizim dilimizde, yukarıda verdiğimiz örneklerdeki dilbilgisel dişil – eril ayrımı yok. Sadece, dirimbilimsel (biyolojik) dişil – eril ayrımı var. Şu sözcüklerde olduğu gibi:
Kadın – erkek; karı – koca; anne – baba; kız – oğul ; teyze – dayı; hala – amca…
Yeri gelmişken Türkçemizin, “hısımlık” (evlilik yoluyla birbirine bağlı olma) bildiren sözcük varsılı olduğunu anımsatalım. Örneğin, yine Fransızların “belle – soeur” diye tek sözle anlattıklarına hısımlara biz ayrı ayrı, “yenge, görümce, elti, baldız”diyoruz. Keza, “beaux – frères” deyip geçtiklerine de “kayınbirader, enişte, bacanak”.
(Bu arada bir ayrıntı daha: Dilbilgisel dişil – eril ayrımının babası olduğuna inanılan, İÖ 5’inci yüzyılda yaşamış Eski Yunan düşünürü Protagoras ve onu izleyen Aristo; dişil – erille yetinmeyip Grek Dilbilgisi’ne ‘üçüncü cins’i de katmışlar.)
.
OSMANLICA SAÇMALIĞI
.
Arapça ve Farsçada da dişil – eril ayrımı bulunuyor. Dolayısıyla bu iki dilin kırması olan Osmanlıcada da…
Arapçadan gelen “memur – memure”; “rakip – rakibe”… derken “müdür”ün dişilini yanlış ‘örnekseme’ (analoji) yoluyla biz Türkler uydurmuşuz; “müdire” veya daha kötü yazımla “müdüre”!.. (Bir de “Hangi sözcüğü üç kez söyleyince anlamlı bir tümce oluşur?” diye şaka yollu bilmecemiz var.Yanıt: Müdür, müdür müdür?)
Ya da erkek özel adlarını, “-e” ve “-an” son ekleri ile kadın adı yapmışız:
Halit – Halide; Hamit – Hamide; Kerim – Keriman…
Erkek özel adlarının “-e” son ekiyle dişil yapılması yadırganmayabilir.
Ama, “Keriman” kadın adı fazlaca garip gibi. Çünkü; “kerim” Arapça ‘cömert’ demek. “-an” eki ise bir başka dilde, Farsça tekil sözcükleri çoğul yapıyor; “cömertler”!..
Tıpkı, Arapça “tabip” sözcüğüne Farsça “-an” son ekinin getirildiği ünlü TSM şarkısının güftesindeki gibi:
“… Baksa tabiban-ı cihan çareme…”
Osmanlıcanın, ayakları yere basan bir dil olduğuna kimse bizi kolay kolay inandıramaz.
.
ATATÜRK’ÜN BÜYÜKLÜĞÜ
.
7 Mayıs 1921, ülkemizde önemli bir tarih. “Türkiye Muallime ve Muallimler Dernekleri Birliği” o gün kuruldu.
Birliğin kuruluşundan bir buçuk yıl sonra 27 Ekim 1922’de, İstanbul’dan kalabalık bir öğretmen topluluğu Balıkesir’e gitti. Mustafa Kemal, bu kentimizdeki Şark Tiyatrosu’nda, öğretmenlere seslenecekti.
Büyük Önder, “Bayanlar, Baylar!” diye başladığı konuşmasında (günümüz Türkçesiyle) şöyle dedi:
“… Belki de eski deyişle size ‘muallime’ demediğim için beni ayıplıyorsunuzdur. Ben, dilimizde ille ‘dişilik’ bildiren yabancı ekler kullanmanın gerekli olmadığını sanıyorum.” (…)
Mustafa Kemal, henüz otuzlu yaşlarda 16’ncı Kolordu Komutanı olarak bulunduğu Silvan’da, 10 Aralık 1916 günü de anı defterine şunları yazmıştı (2):
“… Yemekten evvel Emin Bey’in [“Millî Şair” unvanlı Mehmet Emin Yurdakul (K.E.) ] ‘Türkçe Şiirler’i ile Tevfik Fikret’in ‘Rübab-ı Şikeste’sinden aynı konuda bazı parçalarını okuyarak karşılaştırma yapmak istedim. İkisi de başka başka güzel. Ancak Türkçe olanda da diğerinde de aynı derecede Arapça, Farsça sözcükler var. Başkalık, biri parmak hesabı, diğeri değil.”
Türkçeyi “yabancı dillerin boyunduruğundan kurtarmak” Mustafa Kemal Atatürk’ün en büyük ereklerinden biriydi. Yine O’nun deyişiyle “Türk milletinin kalbi, zihni” olan ulusal dilimiz, 1928 yılındaki Harf Devrimi ve 1932’deki Dil Devrimi gibi taşıyıcı iki dev kolonun üzerinde yükselmiştir.
.
ŞAİRLERE SERBEST!
.
Dilde dişil – eril ayrımına dönecek olursak…
Bu konuda şairlere ayrıcalık (imtiyaz) tanımak gerektiğini düşünenlerdeniz.
Şair, bir jonglörün çok sayıdaki halkayı birbiri ardına havaya atıp ustaca tuttuğu gibi sözcüklerle oynar. Kimi zaman bir yap – boz’dur onun için tümceler, kavramlar. Bozduğu bütünü oluşturan parçaları özgürce, dilediği yere koyar. Sonuçta ortaya çıkan tablo büyüleyicidir.
Bizde, tek romanı “Doktor Jivago” ile tanınan şair Boris Pasternak için -Fransızcadaki “la vie” sözcüğünde olduğu gibi- Rusçada da “hayat dişildir”:
“Kız kardeşim hayat bugün de su taşkınlarında / Bahar yağmuruyla her şeye çarptı yaralandı…” (Bu Şiirlere Dair, adlı şiirden)
Birçok şair için “deniz de dişildir”. Örnek, Tevfik Fikret’in “Balıkçılar” şiirinin en ünlü dizesi:
“… Deniz kadın gibidir: Hiç inanmak olmaz ha!”
Fransız Baudlaire’in denize bakışı ise sanki biraz kösnüllük (erotizm) içerir:
“… Haz duyarsın sulardaki aksine dalmaktan; / Gözlerinden, kollarından öpersin, ve kalbin / Kendi derdini duyup avunur çoğu zaman, / O azgın, o vahşi haykırışında denizin.” (…)
“Garip”çi Oktay Rifat da denizin dibinde ‘fettan bir dişi hayvan’ görür (“Niko’nun Kahvesi” şiiri):
“… Ey kancık ve oynak deniz dibi burdasın.”
Ancak, deniz büyüyüp okyanus olunca Pablo Neruda’nın gözünde “eril” duruma gelir:
“… ve bir gün bitirmek için dünyasal yoksulluğu / yardım et bize ey okyanus, / ey yeşil ve derin baba.”(Deniz Kasidesi, şiiri)
.
GÜL / BÜLBÜL / SABAH
.
Gül dişil, bülbül erildir.
19. yüzyıl müderris ve şairlerinden Ref’et:
“Goncanın bad-ı saba çark etti zeyl-i ismetin / Bülbülan yakut-ı eşk-i terle tazmin ettiler.”
[Goncanın bakireliğini saba rüzgârı bozdu (eteğini yırttı) / Bülbüller ise bu tecavüzün diyetini yakut rengi gözyaşlarıyla ödedi.]
Ahmet Hamdi Tanpınar için de “rüzgâr, eril”, “sabah, dişildir”:
“… Bırak saçlarınla oynasın rüzgâr / Gümüş çıplaklığı bir başka bahar / Olan vücudunu ondan gizleme.”(Sabah, şiiri)
Özdemir Asaf için keza:
“Sabah bir yeni dünya gibi geliyorsun; / Öylesine süslü, öylesine güzelsin ki…/ Sen o kadar güzelsin ki sabah, / O kadar güzelsin ki…” (Sabaha Kadar, şiiri)
Şükrü Erbaş, sabahın dişil güzelliğine, akşamın dişil hüznünü katar:
“… Sabah yüzündür, akşam yüzünü dönüşün.” (Anlıklar, şiiri)
Şair kadın olunca ışığın çevresinde dönerek kendini tüketen “pervaneler”le kendini özdeşleştirebilir. Gülten Akın örneği:
“… pervaneler işte, renkli camlara çarpa çarpa hayal kanatlarını tüketen kadınlar.” (Bölünen Kadınlar, şiiri)
Örnekler saymakla bitmez.
Galiba en güzelini, Ahmet Erhan kaleme almış:
“… Ben güneş dedim ona, sen su de, çiçek de / Aksın ömrün yeter ki doğayla birlikte…” (Güneş saati, şiiri)
İster eril olalım, ister dişil…
Şiirsiz kalmayalım.
DİL YANLIŞLARIMIZ
Amerikalılardan sonra, dünyada en çok televizyon izleyen ulus, biz Türkleriz.
Ve tv kanallarımızda sanki her gün giderek daha da kötüleşen bir Türkçe kullanılıyor. Birine kırk kez deli dersen deli olurmuş, atasözümüzdeki gibi toplumca yanlış Türkçeyi dinleye / izleye kaçınılmaz olarak doğruymuş gibi benimsiyoruz.
Örneğin, tv kanallarının neredeyse paylaşamadığı, akademisyen kimliği de olan bir kişinin, yalnızca 29 Mart 2020 günü konuk edildiği kanalda devirdiği dil çamlarını aktaralım:
.
1- “Aynısını…”
Benzer, aralarında ayrım olmayan, anlamlarındaki “aynı” sıfatı, “-sı” iyelik eki almaz.
Sözün doğrusu:
“Aynını…”
.
2- “Onlar bilmiyorlar mı yapmasını!..”
Benzer biçimde, “yapma” adının sonuna, ‘-sını’ diye ek yığmak da bizce yanlış. Doğrusu:
“Onlar bilmiyorlar mı yapmayı!”
.
3- “Zahire”
Gerektiğinde kullanılmak için saklanan tahıl, aşlık, demek olan Arapça kökenli “zahire” sözcüğünün orta hecesi uzun okunur; “zahiire”. Sözünü ettiğimiz kişi ise dümdüz okuyor. [Bu sözcük eskiden ‘i’ harfi düzeltme imli (î) olarak yazılırdı.]
.
4- “Pakistan”
Aynı akademisyen, ilk hecesi uzun olan (paakistan) ülke adını, her üç hecesi de düz olarak sesletiyor.
Yine bu tv kanalı, adında “hatıra” sözcüğü geçen, sözümüz ona iddialı bir kültür / sanat izlencesi de yayımlıyor.
.
“Anı” anlamındaki Arapça kökenli “hatıra”, yalnızca ilk hecesi uzun, öteki heceleri düz sesletilir: “haatıra.”
Sözünü ettiğimiz izlencenin hem hafta boyunca duyurusunu yapanlar hem de izlenceyi sunan deneyimli gazeteci her söyleyişinde “-ra” hecesini de uzatıyor:
“… Haatıraalar”
Ciddiyetsizlik mi diyelim, sorumsuzluk mu; ya da ikisi birden mi, şaşıp kalıyoruz.
.
1) Guy Deutsher; “Dilin Aynasından”, Metis Bilim, sayfa 204
2) Şerafettin Turan; “Atatürk ve Ulusal Dil”, Cumhuriyet Gazetesi Yayınları, sayfa 17