‘MUSA’LARDAN KOPAN TOPLUM

Eski Yunan’da felsefe ve sanat öylesine kutsanmıştı ki “Musa” adı verilen ve şiirin yanı sıra aklın, düşüncenin de kaynağı olan esin perilerinin, ‘tanrı ile insan arası yüce bir varlık’ olduğuna inanılırdı (1).

Düşünür Sokrates (doğumu İÖ 399), öğrencisi Platon’un ağabeyi Glaukon ile konuşuyor (2):

– (İnsan) Hiçbir zaman Musa ile ilişkiye geçmezse (ne olur)? Ruhunda bir öğrenme isteği olsa da öğrenmenin tadını almadığı, hiçbir araştırmaya dalmadığı için ne düşünceden ne de müzikten pay aldığı için bu istek gitgide zayıflar, körleşir, susar; çünkü uyandırılmıyor, beslenmiyor, duyumları da aydınlanmıyor.

Glaukon:

– Öyle.

Sokrates:

– Böylece bu adam söze düşman, müziğe yabancı biri olur; sözle inandırma yoluna artık hiç başvurmaz, bir hayvan gibi her şeyi zorla, kaba güçle elde eder ve yaşamını bilgisizlik ve sapkınlık içinde uyum(dan), inceliklerden yoksun olarak geçirir…”

 

İBRETLİK LİNÇ GİRİŞİMİ

Başkent Ankara’nın Çubuk ilçesindeki bir şehit cenazesinde, iki hafta kadar önce tarihsel bir linç girişimi yaşandı, biliyorsunuz. Ana muhalefet partisi CHP’nin lideri Kemal Kılıçdaroğlu ve TBMM Başkanvekili Levent Gök, yumruklu, kaldırım taşlı saldırıyla öldürülmek istendiler.

Sokrates’ten iki bin dört yüz yıl sonra hâlâ uygarlaşamamış, düşünürün deyişiyle “bilgisizlik ve sapkınlık içindeki” bir grup, büyük olasılıkla “yığın psikolojisi”ni bilen kişilerin kışkırtmasıyla öldürme, yok etme amacına neredeyse ulaşıyordu.

Olaydan sonra olup bitenler de üç ayrı yönüyle yürek yakıcıydı:

1- Ülkemizdeki birçok ‘akla ziyan’ davada gazeteciler, kendilerine yüklenen dayanaksız suçlamalardan, “kaçma şüphesi” öne sürülerek tutuklu yargılanıyorlar. Ama, Çubuk olayında Kılıçdaroğlu’na yumruk attığı kameralarca açıkça saptanan kişi, olaydan sonra kaçmış olduğu hâlde, “kaçma şüphesinin bulunmadığı” (!) kanısına varılarak salıverildi; tutuksuz yargılanacak.

2- Yetkililer, saldırganların yerine, linç girişimine uğrayan Kılıçdaroğlu’nu ağız birliği ederek suçladılar. (Yumrukçu baş saldırganın adeta sırtının sıvazlanmasını hâttâ kahramanlaştırılmasını, iktidar yanlısı pek çok yurttaşımızın da onaylamadığını şahsen görüyoruz.)

3- TBMM ne Kılıçdaroğlu’na ne de kendi başkanvekili Levent Gök’e sahip çıktı; linç girişimi hakkında Meclis araştırması yapılması yolundaki CHP önergesi, AKP ve MHP oylarıyla reddedildi.

 

VE LİNÇ KÜLTÜRÜMÜZ!

Aslında linç kültürü, bizim bu “toprağımızın genetiğinde” var sanki.

Kimilerince hortlatılmak istenen Osmanlı’da hayli yaygın olduğu da söylenebilir.

Linç kültürünün en çarpıcı örneklerinden birini Evliya Çelebi (17’nci yüzyıl) de Seyahatnamesi’nde anlatıyor.

Söz konusu olayı aktarmadan önce, Topkapı Sarayı’ndaki beslenme kültürüne kısaca değinmemiz gerekiyor:

Osmanlı, protein ağırlık olarak aslında sağlıklı bir gıda olan kuzu etiyle beslenirdi. Ama, sanırız aşırı et tüketimi yüzünden saray ve çevresinde öldürücü “nikris” (damla, gut) hastalığı yaygındı. Buna, diyabete bağlı damar sertliği, ağır savaş koşullarıyla gelen eklem romatizması vb. eklenince böbrekler iflas ediyordu. (Fatih Sultan Mehmet, 45 yaşından sonra at binemedi. Kanuni de “nikris”ten öldü.)

Yıl: 1648. Sultan Mustafa tahttan indirildi. Sadrazam Ahmet Paşa da kaçtı. Ancak bir ihbar üzerine yakalanan Sadrazam, 8 ağustos günü öldürüldü. Obezlik ölçeğinde şişman bir adamdı. Cesedi çıplak olarak Atmeydanı’nda (Sultanahmet) bir çınarın altına konuldu. Bundan sonrası, tarihte pek benzeri olmayan bir vahşet örneğidir:

Birileri tarafından “İnsan yağı, nikris hastalığına, mafsal ağrılarına iyi gelir.” söylentisi yayıldı ve kısa süre içinde Sadrazam Ahmet Paşa‘nın cesedi kılıçla lime lime edilerek cahil halkça kapışıldı.

Sadrazam Ahmet Paşa bu nedenle tarihimizde, “Hezarpare (bin parça) Ahmet Paşa” adıyla yer alıyor.

 KAHREDEN İLETİ 

Kılıçdaroğlu ile Levent Gök’e yönelik linç girişiminden sonra bizi dehşete düşüren bir gelişme de şuydu:

Kaçtığı yerde yakalanan linç girişimcisine, güvenlik güçleri tarafından kelepçe takılması, kimilerini çok rahatsız etmişti. Örneğin, saldırgan şikâyetçi olursa kendisini savunmak üzere 800 avukat hazır olduklarını bildiriyordu.

Savunma hakkı, elbette kutsal.

Ama, ‘öldürme kastı’ ile hareket eden bir kişinin sanki olayın mağduruymuş gibi böylesine geniş çaplı olarak desteklenmesi, onu savunmayı gönüllü üstlenecek hukuk insanlarımızın çokluğu bizi dehşete düşürdü.

Hele, Konya Barosuna bağlı bir kadın avukatın sosyal medya paylaşımıyla şoke olduk, diyebiliriz.

İletisinde, “Babam beni tam da bu günler için için okuttu.”diyen kadın avukat, dava açılması hâlinde ‘şüpheli’yi (!) savunmaya hazır olduğunu belirtip (düşük tümce ve yazım yanlışlarıyla) şöyle diyordu:

“… Kardeşini, yeğenini bu vatan için şehit vermiş, gözü yaşlı, Osman amcaya değil, sen kaldır başını Osman amca dimdik dur, eğecek olanlar bilir kendini, bu ayıp ta bize yeter, bu fotoğraf tarihe geçecek bir utanç vesikası olarak hafızalarda kalacak.”

Tarihe geçecek olan hangi utanç?

Sakın, savunmaya çalıştığınız “linç hukuku”nun (!) utancı olmasın!

Sizi, aklın, düşüncenin esin perisi “Musa”lara havale etmekten başka, elimizden bir şey gelmiyor.

[Not-1: Kişi adına bağlı unvanlar, büyük harfle başlar; Osman Amca. “Bu ayıp ta” diye bir yazım (imla) olmaz. Buradaki “da; dahi, bile” anlamlarında bir bağlaçtır. Doğrusu; “bu ayıp da”.

Not -2: Biz bu satırları yazdığımız sırada YSK, 31 Mart 2019’da İstanbul’da yapılmış olan anakent belediye başkanlığı yerel seçimini henüz iptal etmemişti. Seçimi kazanan CHP’li Ekrem İmamoğlu’nun mazbatası; aynı YSK’nın 11 üyesinden, iktidarın ‘haksız ve hukuksal dayanaktan yoksun’ itirazlarını haklı bulan 7’sinin oyuyla geri alındı.’Emsal’ olması gereken daha önceki kendi kararlarıyla çelişen, tamamen siyasal, skandal niteliğindeki bu kararı nedeniyle YSK’yı kınıyoruz. 23 Haziran’da yenilenecek olan seçimde İmamoğlu’nun bu kez ezici bir çoğunlukla kazanacağına inanıyor ve kendisine şimdiden üstün başarılar diliyoruz.]

 

(1) Ayrıntılı bilgi için bkz. Azra Erhat; “Mitoloji Sözlüğü”, Remzi Kitabevi

(2) Platon “Devlet III-IV”, Cumhuriyet Gazetesi Dünya Klasikleri Dizisi, 1998, sayfa 54

 

GRAM GRAM ‘EPİGRAM’

Şiirimizi yitirdik

Belliydi gidişimiz

Şiirsizliğin sonu

Şuursuzluk