Bertolt Brecht, “Sezuan’ın İyi İnsanı” oyununda (1), sabahları kentin uyanışını “yaşlı bir işçinin kalkıp çekicine sarılmasına, temiz hava ile ciğerlerini şişirmesine” benzetiyor.
Brecht’in Sezuan’ı, “bütün tasarımların ötesinde, yoksulluğun en alt basamağında bir kent, gerçek bir cehennemdir.”
Henüz tam anlamıyla “Sezuan’laşmamış” olsa bile İstanbul’un da o yolun yolcusu olduğu kesin.
Toplam nüfusumuzun dörtte üçünün yaşadığı kentlerimiz arasında “en çekici”si İstanbul, Sezuan gibi “bütün tasarımların ötesinde”.
Ve sabah kalkıp çekicine sarılan işçiye yıllardır yaptırılan; kentin, kendisinin, hepimizin üstüne beton dökmek!
YANLIŞ KANATLARIN ALTINDA
Eski bir inanışa göre, müziğin sahibi güneşmiş; rüzgâr onu güneşten çalıncaya değin.
Sonra kuşlar, bu hırsızlığa çok kızan güneşi yatıştırmak için sabah akşam konser vermeye başlamış.
Birçok konuda engin görüşlerine başvurduğumuz Uruguaylı yazar Eduardo Galeano, işte bu “kanatlı şarkıcılar” hakkında da yerden göğe haklı olarak geliyor galeyana (!). Ve canım kuşların, günümüz kent dağdağasında seslerini duyurabilmek için “göğüslerini boş yere yırtacak gibi olduklarını” belirtip şöyle diyor (2):
“Ve artık dişiler, erkeklerin sesini tanıyamıyor. Hepsi birer usta tenor, dayanılmaz bariton erkekler onları çağırıyor ama şehrin şamatası içinde hangi sesin kime ait olduğu anlaşılmıyor ve dişiler en sonunda başka kanatların himayesini kabulleniyor.”
“ARTIK BÜLBÜL ÖTMÜYOR”
İstanbul’da ise sabahları bizi uyandıran, tınılarında “Carpe diem!” (günü yaşa) coşkusu yüklü kuş seslerinin yerini, kentin derinliklerinden gelen şifasız hasta iniltilerine benzer garip uğultular almaya başladı.
Aslında hiç de gerekli olmayan bir havaalanı yapacağız diye en az iki buçuk milyon ağacın kesildiği kuzey ormanlarının serçeleri, nasılsa girebildikleri İstinye Park AVM’nin yemek katında, sandviç kırıntılarıyla karın doyurmaya çalışıyor. O neşeli cıvıltılarından ise eser yok.
Güngörmüş eski İstanbulluların sadık dinleyicisi olduğu Sarıyer Çayırbaşı bülbülleri, ‘dut yemiş’ gibi! Özellikle bu balık mevsiminde Boğaziçi’ni yaygaraya boğan martıların bile nutku tutulmuş.
Kent; giderek ruhunu, kendine özgü seslerini, müziğini, ezgilerini yitirirken fırtına öncesi sessizliği yaşıyor sanki.
KADİM SARAY BÜLBÜLLERİ
“Müzik”, Avrupalı bir sözcük. Şair / yazar / araştırmacı Nalan Kurunç’a göre (3), Avrupa müzik kültürü ile ilişkiye giren hemen her kültürün diline aynen geçmiş.
Ama, müziğin; bizim Dicle ve Fırat nehirleri arasında yaşanmış Mezopotamya uygarlığına değin (günümüzün altı bin – sekiz bin yıl öncesine) uzanan, bilinen geçmişi var. Bölgedeki arkeolojik kazılarda, şarkı söyleyen müzisyenlerin betimlendiği tabletler bulunmuş. Mezopotamya’da baş müzisyenlerin, hiyerarşideki yerleri çok yüksekmiş. Örneğin, ‘saray şarkıcılarını yönetenler’, din büyüklerinden bile daha üst düzey konumdaymış.
(İşe biraz mizah katarak söyleyecek olursak Orhan Gencebay ve Yavuz Bingöl, o dönemlerde yaşasalar hâlen Diyanet İşleri Başkanı olan eski Yalova Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Ali Erbaş’tan bile daha forslu olabilirlerdi!)
KENTİN / İNSANIN ÖLÜMÜ
Kent ve kuş ilişkilerine dönecek olursak…
San Francesco del Deserto; Venedik’i oluşturan lagünlerden birindeki ada. Fransız tarihçi Fernand Braudel‘e göre (4), bu adanın “trajik bir dekoru” var. Trajediye neden olan da şu efsane: Mısır dönüşü burada konaklayan Aziz Francesco, dua ederken cıvıltılarıyla kafasını karıştırıyor diye kuşları susturmuş. Adadan ayrılırken de onlara seslerini geri vermeyi unutmuş! Braudel; adada o gün bugündür kuşların ötmediğini vurguluyor ve adayı çevreleyen suları, “bu ‘köle deniz’in her noktasında olduğundan daha ölü” diye tanımlıyor.
Fransız tarihçi ayrıca Alman yazar Thomas Mann’ın “Venedik’te Ölüm” romanında, üstü örtülü olarak “bir insanın ölümüyle kentin ölümü arasında koşutluk kurduğu” yorumunu yapıyor.
“VENEDİK’TE ÖLÜM”
Yazın (edebiyat) ve sinema meraklısı okurlarımıza “Venedik’te Ölüm”ü kısaca anımsatalım:
Thomas Mann (1875 – 1955), “Venedik’te Ölüm”ü, besteci Gustav Mahler’in vefatından etkilenip yazmış (5). İtalyan yönetmen Visconti (1906 – 1976) de kitabı, görkemli bir sinema diliyle beyazperdeye uyarlamıştı. Venedik’e tatile giden besteci Gustav Aschenbach (Dirk Bogarde), 13 yaşındaki bir erkek çocukta ideal güzelliği görür ve eşcinsellikle ilgisi olmayan bir tutkuya kapılır. Kenti, kolera salgını başgöstermesine karşın terk edemez. Ve bu tutku, bestecinin hazin sonunu hazırlar.
İşte, söz konusu romanın dolayısıyla da filmin, “insanın ölümüyle kentin ölümü arasında koşutluk içerdiğini” belirtiyor, Braudel.
Peki; bizi, kentleri, kuşları öldüren -neredeyse salgın hastalık benzeri- bu korkunç gidişin geri dönüşü yok mu?
Yine, Brecht’in ünlü oyununun final sahnesine bakalım (6):
“… Şaka değil, gerçekten durumumuz bitik.
Tek çıkar yol bu kargaşalıkta:
Bir de siz düşünün oturduğunuz koltukta.
Ne tür yardım etmeli ki insanoğlu
İyi yaşasın ömrü boyunca?
Saygıdeğer seyirciler, kendiniz arayın, haydi kendiniz bulun sonu
Güzel bir son olmalı; olmalı, olmalı!..”
GRAM GRAM ‘EPİGRAM’
Şu köpüren denizden hüseyni şarkılar yapan
Bir bestekâr dost ağaççık olsa ilkyaz olurdu hazan!
1) Çev. Adalet Cimcoz, İzlem Yayınları
2) Ve Günler Yürümeye Başladı, çev. Süleyman Doğru, Sel Yayıncılık, sayfa 364
3) Nalan Kurunç, “Kültürel Bir Olgu Olarak Müziğin Toplumsal Yeri ve Batı Merkeziyetçilik”
4) Akdeniz, çev. Necati Erkurt – Aykut Derman, Metis Yayınları, sayfa 257
5) Çev. Behçet Necatigil, Can Yayınları
6) Sezuan’ın İyi İnsanı, sayfa 151