ÇOCUKLUK MESLEĞİ!

Çocukluğumuzdan geriye ne kaldı!

Geceleri, gaz lambasının alacakaranlığında büyüyüp titreşen gölgeler gibi anılar.

Lamba şişesinin islenmesi, gölgelerin daha da korkutucu, silik konturlu düşlem yaratıklarına dönüşmesi demekti bizim için.

Evin yetişkinleri, görevini aksatana ertesi sabah tatlı tatlı çıkışırlardı:

– Lambanın isine, evin kızına!..

(Bu görevin, örneğin niçin evin oğluna değil de kızına verilmiş olduğunu sorgulayacak bilinçten yoksunduk o zamanlar.)

Ertesi sabah dediğimiz ise bizi, “Şeker Portakalı“nın (1) kimi zamanki Zeze’sine çeviren, içimizdeki çiçek dürbünü; rengârenk, ışıl ışıl bir dünya!

– Nen var Zeze?
– Hiç. Şarkı söylüyordum.
– Şarkı mı söylüyordun?
– Evet.
– Öyleyse ben sağır olmalıyım.

İnsanın içinden de şarkı söyleyebildiğini bilmiyor muydu yoksa? Bir şey demedim. Bilmiyorsa bunu ona öğretmeyecektim.”

 

VİCDANLI OLABİLMEK

Brezilyalı Zeze, aslında Kemalettin Tuğcu’nun küçüklüğümüzde bizi gözyaşına boğan, “acıların çocuğu” karakterlerini andırıyor. Onların köprü altında değil de yoksul evinde yaşayanı (2).

“Adamcağız kollarını açtı, beni göğsünde sevgiyle sıktı:

– Ağlama yavrum, dedi; hep böyle duygulu bir çocuk olarak kalacaksın, pek çok ağlama fırsatı bulacaksın hayatta.”

Toplumca hiç de yabancısı olmadığımız biçimde, işsiz baba sık sık Zeze’yi dövüyor. Bu arada, hayvan sevgisiyle Ömer Seyfettin’in “Kaşağı” (3) öyküsündeki Hasan’ı anımsatıyor, Brezilyalı ufaklık.

Anımsayacaksınız, ulusal edebiyatımızın kurucularından Ömer Seyfettin, “Kaşağı”da, “Şeker Portakalı”ndan hiç de aşağı kalmayan çok önemli bir ileti veriyor çocuklarımıza. Onlara ‘vicdanlı olmayı’ öğretiyor. Tabii ki okuyana / okutturulana!

 

“KAŞAĞI”DAKİ DERS

“Kaşağı” öyküsünün aynı zamanda anlatıcısı olan Kahraman, ahırdaki değerli kaşağıyı kırıp suçu kardeşi Hasan’ın üzerine atar. Sert baba, bunun üzerine eve hapsettiği Hasan’a, ahıra girip çok sevdiği tayları görmesini de yasaklar. Kahrolan Hasan, bu arada kuşpalazına yakalanır ve kısa süre içinde ölür. Artık, “iftiracı” ağabey Kahraman’ı bekleyen, sonsuza dek yakasını bırakmayacak bir vicdan azabıdır.

Son yıllarda ülkemizdeki Balyoz / Ergenekon vb. uydurma davalardaki hukuksuzluk örneklerini, yalancı tanıklıkları; olmayacak sebeplerle hapse atılan aydınları; 145 gazeteci ve medya çalışanının, sosyal medya iletileri yüzünden yetmiş bin üniversite öğrencisinin hâlen hükümlü / tutuklu olmasını, ağır haksızlıklara uğramanın verdiği acıyla canına kıyan mağdurları düşününce ülkemizin geleceği olan çocuklarımızın “vicdanlı olmayı öğrenmeye” ne denli gereksinimlerinin bulunduğu ortada değil mi!

 

İÇİMİZDEKİ ÇOCUK

Öte yandan, özellikle türlü sanat dallarında ürünler veren sanatçılardan sık sık şu öğüdü duyarız:

– İçinizdeki çocuğu öldürmeyin!

İtalyan yazar Edmondo de Amicis‘in kendi çocuğunun günlüklerinden esinlenerek yazdığı, 1886’de yayımlanan “Çocuk Kalbi” (4) de küçük kahramanını içimizde hep yaşatmamız gereken romanlardan. Bu kitabın, içerdiği “ulusal bilinç” iletisiyle yalnız çocuklara değil, anne babalara da yararlı olduğunun altını çiziyor, eğitim uzmanları.

Ama, kimi zaman içimizdeki çocuğu öldürmemiz de gerekebilir!

İngiliz yazar William Golding’in “Sineklerin Tanrısı” (5) romanındaki çocukların, düştükleri ıssız adada kendi aralarında liderlik savaşımına girince nasıl birer canavara dönüştüklerini anımsayın.

1954 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Golding’in romanını okumadıysanız, iki kez aynı adla uyarlanan (1963, Yönetmen: Peter Brook1990, Yönetmen: Harry Hook) filmlerden birini görmüş olmalısınız.

Eleştirmenlere göre “Sineklerin Tanrısı” da okuruna / izleyicisine, insan doğasındaki şeytanî, ahlak dışı duyguların hangi durumlarda, nasıl ortaya çıkabildiğini sorgulatıyor.

 

TOLSTOY’UN BİSİKLETİ

Bu arada, “Tolstoy’un bisikleti”ni de duymuş olmalısınız.

Rus romancı Lev Tolstoy, 67’sindeyken yedi yaşındaki oğlu Vanişka‘yı toprağa vermiş.

Moskova Bisiklet Severler Derneği, evlat acısını biraz olsun hafifletir umuduyla yazara bir bisiklet armağan etmiş. Ve Tolstoy, 67’sinde bisiklete binmeyi öğrenmiş. Gündelik işlerini bitirir bitirmez, evinin bahçesinde pedal basmaya koyulur, bir bakıma Vanişka olur, kendi deyişiyle “çocuk tasasızlığını, memnunluğunu” yaşarmış.

Hiçbir şey için geç olmadığı gibi, öğrenmenin de yaşı yoktur, öğüdünü içeren bir kavram “Tolstoy’un bisikleti”.

Bir de bizim “ununu elemek, eleğini asmak” deyimimizi düşünün. Belli bir yaşa geldikten sonra artık yapacak önemli bir işinin kalmadığına inanmak, anlamında.

Ya da “kırkından sonra…” diye başlayan, kırk ve üzeri yaştaki kişinin işe yaramaz, öğrenme sürecini tamamlamış, köşesine çekilip ölümü beklemesi gereken “yaşlı” sayılacağını gösteren deyim ve atasözlerimizi:

“Kırkından sonra saz çalmak.”
Kırkından sonra saza başlayan kıyamette çalar.”
“Kırkından sonra at olup da kuyruk mu sallayacak!”
Atasözleri ve deyimler; bilindiği gibi toplumların geçmiş yaşam biçimlerine, düşünüşlerine, kültür birikimlerine, geleneklerine, örf ve âdetlerine ilişkin olarak yüzyılların imbiğinden süzülüp günümüze gelmiş sözlerdir.

Ama, bunların tümünün doğruları yansıttığı söylenemez.

Hangi yaşta olursak olalım, yaptığımız her işe -“Sineklerin Tanrısı”nı uç örnek sayıp çocuk naifliğini, saflığını, sevgisini, coşkusunu katabiliyor, kısacası işimizi “çocukluk mesleğine” dönüştürebiliyorsak hayatta bir tek gün bile çalışmış olmayız.

Dolayısıyla çocukluk mesleğinden emekli de olmayız!

 

GRAM GRAM ‘EPİGRAM’

Doğrucu adamdı, Kosta Rika’yı yöneten Figueres;

“Ülkemde kötü giden yegâne şey, her şey!” diyebildi.

 

1) Yazan: Jose Mauro de Vasconcelos, çev. Aydın Emeç, Can Yayınları

2) Ecem Usta

https://onedio.com/haber/hayrani-oldugumuz-seker-portakali-ndan-hayat-uzerine-secmece-16-alinti-473870

3) Karanfil Yayınları

4) Çev. Nurhan Özaltın, Mehmet Aydın, Yalçın Yayınları

5) Çev. Mina Urgan, T. İş Bankası Yayını