HALKLA İÇ İÇE OLMA AYIBI (!)

Avrupalı devlet insanlarını bisikletle işe gidip gelirken ya da bir market kasasının kuyruğunda ödeme sırası beklerken görünce imreniyorduk.

Bizde de 10’uncu Cumhurbaşkanımız Ahmet Necdet Sezer’den sonra ilk kez İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu’nu alışveriş yaptığı sırada, İzmir Belediye Başkanı Tunç Soyer’i de kaskını takmış, bisikletle işe giderken görünce bu konuda umutlandık.

Ama, Türkiye Büyük Millet Meclisi (TBMM) Başkanı Mustafa Şentop’un, geçenlerde katıldığı bir tv izlencesinde “toplu taşıma araçlarını kullanan milletvekillerimizin olmasından” yakındığını görünce üzüldük.

Şentop‘un, 22 bin 200 lira aylık alan milletvekilleri için “Bazılarının arabası dahi yok. Neden yok, tam bilemiyorum. Durumları mı yok, ehliyetleri mi yok ama toplu taşıma kullanan vekiller var.” dediğini acı acı anımsayacaksınız.

MESLEKÎ ZORUNLULUK

Gazeteciliğe başladığımız ilk yıllarda meslek büyüklerimiz bize kent içinde toplu taşıma araçlarıyla yolculuk etmemizi öğütlerlerdi. Kendileri de hiç gocunmayıp bize bu konuda örnek olurlardı.

1970’lerin İstanbul’unda belediye otobüsleri de banliyö trenleri de tenhaydı. Özellikle belediye otobüsü yolcuları arasında iletişim, Hüseyin Rahmi Gürpınar romanlarındaki saf, araştırıp soruşturma eğilimi olmayan, söylentilerin etkisinde kalan cahil insanların içten konuşmalarıyla yapılırdı. Biz de çalılıkta nektar arayan balarısı gibi, gazeteci deyişiyle “haber koklayarak”, yolcuların arasında dört göz, dört kulak kesilirdik.

Geçenlerde bindiğimiz bir belediye otobüsündeki konuşmalara tanık olunca o yıllardan bu yıllara insanların görece bilinçlenmiş olduğu kanısına vardık. İletişim araçlarının -her ne kadar çoğu hükümetin denetiminde olsa da- yaygınlaşmasının etkisiyle belki…

TEPKİ SONUÇ VERDİ

Bindiğimiz Sarıyer – Beşiktaş İETT otobüsünün duraklarından biri, Kalender Orduevi’ydi. İdi, diyoruz; çünkü, 15 Temmuz 2016’daki FETÖ’cü darbe kalkışmasından sonra bu durak karşılıklı olarak kaldırılmıştı. Ne var ki böylece yalnız askerler değil, sivil halk da cezalandırılmış oldu. Çünkü, orduevinin bulunduğu Tarabya Caddesi’ni dikey kesen caddenin üzerinde Elektrik İdaresi bulunuyor. Oraya gitmek isteyen tüketiciler, otobüsten Sayfiye durağında inmek zorunda kalıyorlardı. Sayfiye durağından elektrik idaresine gidiş geliş en az bir buçuk kilometre. Yazın Boğaz’da gezmek iyi de bunun bir de karakışı var. O yüzden, hattı kullanan yolcular İETT otobüsü sürücülerine tepki gösteriyorlardı.

Ve ne oldu, biliyor musunuz?

O haklı tepkiler sonuç verdi; iktidarın asker alerjisine karşın İETT (İmamoğlu’nun ikinci kez belediye başkanlığı koltuğuna oturmasından önce), Kalender Orduevi otobüs durağını yeniden hizmete sokmak zorunda kaldı. Bu arada, orduevi kapısının tam karşısında kazulet bir TOMA’nın, kimi zaman da bir çöp kamyonunun hâlâ bekletilmesi can sıkıcı -belki askerlerimiz için onur kırıcı- ama zamanla bu uygulamadan da vazgeçileceğini umuyoruz.

SON SÖZ: Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı verilen son anayasal düzenlemeyle ülkemizde milletvekilleri hâttâ Bakanlar Kurulu neredeyse işlevsizleştirildi. Ama, her şeye karşın milletvekilleri de biz gazeteciler gibi kamu hizmeti yapıyorlar. Ya da yapmalılar. Kaldı ki bugün işsiz olan, bir milletvekilinin aldığı 22 bin 220 lira aylığın küsuratı iki bin iki yüz lira aylığa dünden razı, çok sayıda yetenekli gazetecimiz var. Bizim tanıklık ettiğimiz, halkın bu ve benzeri binbir tepkisine, eleştirisine, milletvekillerimiz de hiç değilse kulak misafiri olmalılar. Onun için halkla iç içe olmayı küçültücü, utanılacak bir durum saymadan, toplu taşıma araçlarını kullanma sıkıntısına katlanmalarını öneririz.

DİL YANLIŞLARIMIZ

Çok değerli bir siyasal parti liderimiz, yazın (edebiyat) alanında da başarılı olduğunu gösterdi. Atatürk’ün sözleriyle Nâzım Hikmet’in şiirleri arasındaki koşutlukları içeren bir inceleme yazısı kaleme aldı. 30 Ağustos Zaferi’nin 97’nci yıldönümünde, bir düşün (fikir) gazetemizde yayımlanan söz konusu yazı, hak ettiği ilgiyi gördü de.

Ne var ki bu yazıda yapılan bir dil yanlışı, keyfimizi kaçırdı.

Şöyle:

Sayın lider; Atatürk’ün Millet Meclisi’nde 4 Ekim 1922 günü yaptığı konuşmada, Büyük Taarruz’a katılan “topçularımızın ustalık ve bilgilerinin, bütün dünya topçularına örnek nitelikte olduğu” yolundaki sözlerini anımsatıyordu. Ardından da söz konusu askerlerimizden birinin, Nâzım Hikmet’in Kurtuluş Savaşı Destanı şiirinde geçen “Topçu evvel mülazım (yedeksubay) Hasan”a dönüşmüş olabileceğini belirterek şöyle diyordu:

“Bence öyledir ve böyle olmasını düşlemenin bir mahsuru olduğunu da düşünmüyorum.”

Bu tümcedeki doğru sözcük elbette “mahsur” değil, “mahzur”.

Çünkü;

 “Mahsur”; “muhasara altında” yani “kuşatılmış durumda” demek. Sayın liderin yazısında kullanması gereken sözcük ise “mahzur; sakınmayı gerektiren durum, sakınca.”

Bunu, uzun bir yazıdan cımbızlanmış, tek harflik basit, önemsiz bir yanlış diye nitelendirip hafife almayın.

Çünkü, bizce zincirleme yapılmış. Şöyle:

1- Sayın lider metni yazmış, 

2– Türkçeye hâkim (!) bir danışmanına, yüksek olasılıkla okutturup düzelttirmiş,

3- Yazıyı yayımlayan gazetenin yöneticisi süzgecinden geçirmiş,

4- Sayfa editörü değerlendirmiş,

5- Ve gazetenin düzeltmeni, yazının üzerinde gerekli müdahaleleri (!) yapmış.

MAHZUN / MAHSUN FARKI

Yukarıdakine benzer biçimde, “mahzun” ve “mahsun” sözcüklerinin de birbirine karıştırıldığını görüyoruz.

Arapça “hüzn”den türetilmiş bir sıfat olan “mahzun”, “hüzünlü, üzüntülü” demek. Yine, Arapça “hısn”dan gelen “mahsun” ise “sıkı güvenlik altına alınmış” anlamında.

Ortak çabalarımızla “mahsun” kılmamız gereken Türkçemizi, “mahzun” ettiğimiz gibi!..

 

GRAM GRAM ‘EPİGRAM’

Dört yumurtayla saldırıp

-Ki çocuklarına bir öğünlük aş-

Iskaladın diye Kılıçdaroğlu’nu

Üzülme sakın işsiz yurttaş.

 

Kahramanlar kadromuz var!

Sen de kazandın bir şans

Kapılanmak hakkındır

Seçtiğin doğru referans!