Biz Türkler, gözükara insanlarız.
Başımıza kolay kolay bir şey gelmeyeceği inancıyla karanlık, tehlikeli sulara hiç gereği yokken girip nereye gitmekte olduğumuzun ayırdına varmadan rahatça kulaç atabiliriz.
“Evvel Allah!” diyerek…
Padişah Abdülaziz’in Dışişleri Bakanı Keçecizade Fuat Paşa, Osmanlı’nın Batılılarca ‘hasta adam’ olarak nitelendirildiği yıllarda yurda gelen yabancı bir heyete İstanbul’u gezdiriyormuş. Kentin yıkılmaya yüztutmuş ahşap evlerinin kapılarının üzerindeki Arapça yazılı levhalar, heyet üyelerinin dikkatini çekmiş. Fuat Paşa, kem gözlere karşı ‘önlem’ (!) olarak yazılmış “Ya Allah”, “Ya Hafız” (*) gibi yazıları, heyete yarı şaka yarı ciddi şöyle açıklamış:
— Bu, bizim ülkenin en büyük sigorta şirketidir!
Gezi sırasında söz dönüp dolaşıp “Ne olacak bu Osmanlı’nın hâli?”ne gelince de:
— Osmanlı, dünyanın en güçlü devletidir, demiş.
Heyet üyelerinin şaşkın bakışları arasında, sözünü sürdürmüş:
— Yıllardır siz dışarıdan yıkmaya çalışıyorsunuz, biz içeriden… Ama, hâlâ yıkılmıyor.
OSMANLI YIKILDI
Ama, Osmanlı yıkıldı. Bunun birincil nedeni: “Dış borçlar”. 1856 Kırım Savaşı’ndan başlayarak Batılılarca borçlandırılma tuzağına çekildi ve borçlarını geri ödeyemediği için de ekonomik bağımsızlığıyla birlikte “siyasal bağımsızlığını” yitirdi.
Bir diğer önemli çöküş nedeni de Müslümanlık adı altında Arap gericiliği anlayışının egemen olmasıyla Osmanlı’nın bilimde, uygulayımbilimde (teknoloji) çağının gerisinde -din / tarım toplumu- kalmış olmasıydı.
İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy, “Safahat”ın Yedinci Kitap’ında şöyle diyor:
“Geçmişten adam hisse kaparmış… Ne masal şey! / Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? / Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar; / Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”
EĞİTSEL / KÜLTÜREL ÇÖKÜŞ
Son yıllarda ülkemizde olup bitenleri burada alt alta yazsak belki de tarihimizin en acıklı ağıtı olur.
Şapkamızı önümüze koyup derin derin düşünme vakti de hızla geçip gidiyor.
Hoş, artık bu uğurda beyinsel çabamızı yoğunlaştırabilmemiz için gerekli eğitsel / kültürel altyapıya toplumca sahip miyiz, bilemiyoruz.
Eğer hâlâ böyle bir gizilgücümüz (potansiyel) varsa örneğin geçen hafta, Kırıkkale Üniversitesinin üstelik Güzel Sanatlar Fakültesi öğrencilerine Arapça İstiklal Marşı okutulmasının ne mene bir şey olduğunu anlamaya çalışmakla işe başlayabiliriz!
İnsanın “sözcüklerle düşündüğü”, bilimsel bir gerçektir.
Uluslar, öz çıkarlarını ancak ‘kendi dillerinde düşünerek’ koruyabilirler.
Türk ulusunun tam bağımsızlığını koruyabilmesi için de olmazsa olmaz koşullardan biri, “ulusal dil”dir.
Ulusal marşımızdaki “istiklal” sözcüğünün bire bir öz Türkçe karşılığı, “bağımsızlık”.
Atatürk, kurduğu ulus – devletin temel taşlarından birinin “ulusal dil” olması gerektiğini bilen ve bu düşüncesini Dil Devrimi ile taçlandıran “dâhi” devlet adamıydı.
“Şeriatçı” Osmanlı, bilim dili (!) olarak Arapçayı, yazın dili olarak da Farsçayı seçmişti, biliyorsunuz.
Zamanla gelişen ve Arap Abecesiyle yazılan Osmanlıca ise Arapça – Farsça kırması, uydurma bir “ümmet” diliydi.
Ümmet diliyle ancak ümmetin çıkarlarına uygun düşünce üretilir.
Kaldı ki o düşünceler kutsal kitapta var ve bin beş yüz yıldır değişmiyor.
İSLAM HUKUKU GELDİ
Ülkemizde Arapça din eğitiminin, çocukların soyut kavramları anlayamayacağı dört yaşına kadar indirildiği acı gerçeğinden sonra, şu yeni gelişmenin kafamıza dank etmesi gerekiyor:
İlk kez geçen hafta, 14 Aralık 2019 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan bir kararla resmî finans kuruluşlarının denetimi, fıkhî (İslam hukuk kuralı) hükümlere bağlandı. Yürürlükteki anayasamız ve yasalarımız hiçe sayılarak…
Benzer uygulamaların birbiri ardına türlü alanlarda yaygınlaştırıldığını göreceğiz.
“Bize bir şey olmaz!” rehavetine kapılıp Atatürk’ün “Anadolu Aydınlanması” çerçevesindeki devrim ve ilkeleri üzerinde yükselen laik Cumhuriyet’ten her gün biraz daha uzaklaşma aymazlığımızı sürdürürsek…
Bize çok şey olur… Olacak.
DİL YANLIŞLARIMIZ
Tv’lerde sık sık yayımlanan bir kamu spotunda geçen sözcük:
“Tekâbül”
“Karşılık olma, karşılama, yerini tutma” anlamlarındaki eskimiş Arapça olan bu sözcüğün ‘k’ sesi, ‘kalın k’dir. Dolayısıyla da ‘düzeltme imsiz’ (şapkasız) yazılır:
“Tekabül”
Aynı yanlışa, bir tv kanalının, ekrandaki kitap kampanyasında düşülmesi ise daha üzücü.
Yine tv’lerdeki bir toplu konut reklamında geçen konuşma:
— Tüm gün ofisteydim.
Daha önce de yazdık; anımsatıyoruz:
“Tüm”; “belli sayıda”nın karşıtıdır.
Doğru örnek: Tüm yolcular, araçta yerlerini almışlardı.
“Bütün” ise “bir ya da birkaç parça”nın karşıtı.
Doğru örnek: Adam, oturup bir bütün ekmeği yedi.
Söz konusu reklam filmindeki konuşma da bizce:
— Bütün gün ofisteydim, olmalı.
“RTÜK” NASIL OKUNUR
Radyo Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), çeyrek yüzyılı devirmiş. Bunu, kurulun tv duyurusundan öğrendik.
Duyuru ekranlarda yayımlanırken kurulun adı sürekli şöyle sesletildi:
“rütük”
Öz Türkçe “kısma ad”, Batı dillerinde ise “akronim” (Fr. acronyme) denilen bu tür kısaltmalar, bağımsız sözcük gibidir. Dilimizde “rü” diye okunan bir harf olmadığına göre, RTÜK kısma adının doğru sesletimi; retük.
[Nitekim, Türk Dil Kurumunun (TDK) çok değerli eski Başkanı Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın da doğru okunuşun “retük” olduğunu yıllar önce kabul etmişti.]
Öte yandan, aslında başarılı yayıncılık yapılan bir tv kanalının üst düzey yöneticisi, güncel olayları yorumladığı akşam izlencesindeki vurgu yanlışlarıyla kulakları tırmalıyor. Örneğin, ‘anlaşma, uyuşma, bağlaşma’ anlamlarındaki “ittifak” sözcüğünü, ünlü harfle başlayan ek aldığında da dümdüz okuyor. Oysa sondan bir önceki heceyi uzatarak okuması gerekiyor; “ittifaaka”, “ittifaakı”, “ittifaakın” diye…
Aynı şekilde, sayılarda sık sık sesletim yanlışına düşüyor. Söz gelimi, “on bir” derken “on” yerine,”bir”i vurguluyor. Oysa bu örnekte aslolan “on” sayısıdır; “bir” ise ayrıntı. Böylece de bizce “ussal değer vurgusu” yanlışı yapıyor.
Umarız, okurlar arasında “fikrimizin ince gülü” Türkçeyi doğru kullanmakta titizlenenler hâlâ vardır ve bunca eleştiriyi suya yazmıyoruzdur.
GRAM GRAM ‘EPİGRAM’
İstanbul’un Kanal’ı
Kıyıda milyon yalı.
Montrö krizi yakın
Neresinden tutmalı?
(*) Murat Belge; “İstanbul Gezi Rehberi”, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 9. baskı, sayfa 67