Amok, daha çok Malezya’da görülen bir tür delilik.
Hasta, geçirdiği nöbet (cinnet) sırasında eline bir silah alıp sokağa fırlayarak önüne geleni acımasızca öldürür.
Bu illeti dünyaya, “Amok Koşucusu” kitabıyla Stefan Zweig (1881 – 1942) tanıtmıştı.
O bir Yahudi idi ve Almanya’daki ‘siyasî Amok koşucusu’ Naziler, öteki Yahudi yazarlara yaptıkları gibi, Zweig’ın da kitaplarını yaktılar. Yazar, faşizmin elinden Brezilya’ya kaçarak kurtulabildi.
Zweig ile eşini, sonunda kendi canlarına kıymaya götürecek trajediyi, şu çağrışımlarla anımsadık, anımsatıyoruz:
KENDİMİZE GELELİM
Günümüzde, kabul edilemeyecek ölçüde sıradanlaşan kimi olay ve olgular, yok etme kültüründe Amok koşuculuğunun bile ötesine geçildiğini gösteriyor sanki…
Aydınlara, gazetecilere, öğrencilere, politikacılara yapılan fiziksel, sözlü, yargısal saldırı ve açıkça hedef gösterme çıtasında, üst sınır tanınmıyor!
Sürekli bir ‘Amok hâli’ yaşayan kimilerinin elinde, öldürücü silahın yanı sıra üzerine gazyağı dökülmüş bez parçaları var! Özellikle –pandemi gibi– sert rüzgârlı iklimi fırsat bilip alevlendirdikleri o paçavraları; mahallenin / kentin / ülkenin en güzel, en köklü yapılarına¸anıtsal kurumlarına savuruyorlar…
Tek avuntumuz:
Amok koşucularının, ellerindeki ateşli ya da ateşsiz silahlarla sonunda, genellikle kendi kendilerini yok ettikleri gerçeği.
‘DÜZELTME, BOZARSIN’
Gırgır dergisinin kurucu babası Oğuz Aral (1936 – 2004), kurşun kalemle çizdiği karikatürleri, üzerinden çini mürekkepli kalemle geçmeleri için dergideki yeniyetme karikatürcü adaylarına verirmiş. Gençlerden kimileri, görevini abartıp çizgilerini değiştirmeye yeltenince de usta, şöyle müdahale edermiş:
— Düzeltme, bozarsın!
Türkiye, 12 Eylül faşizmiyle bir tür ‘düzeltme, bozarsın’ dönemi yaşadı. Cunta, sözümüz ona Kemalizm güdüsüyle darbe yapıp beş gün önce 84’üncü yıldönümünü kutladığımız (?) laikliğin canına okudu; ulusal eğitimde din dersini zorunlu kılan laiklik karşıtı düzenlemeyi getirdi. Arkası, çorap söküğü gibi geldi. (Laiklik; Atatürk Türkiye’sinde 5 Şubat 1937 günü anayasanın değiştirilmez hükümleri arasına girmişti.)
ARAL’A ÇİFTE SALDIRI
Oğuz Aral’dan söz etmişken… Rahmetlik Aral, 12 Eylül askerî faşizminin sert rüzgârlarının estiği 1980’lerde, mizahın nasıl etkili bir silah olduğunu göstermişti. Dünyanın en çok satılan mizah dergilerinden biri olan Gırgır’la, dünyaya gülerek bakan ama demokrasi, özgürlükler, hak, hukuk, bilim, sanat gibi ileri Batı değerleri söz konusu olduğunda kaplan kesilen bilinçli kuşaklar yetiştirdi. Evet, yalnızca bir dergiyle…
Ama, bir ‘Amok koşucusu’, ölümünden üç yıl sonra 15 Şubat 2007’de, Aral’ın İstanbul Cihangir Parkı’ndaki heykelini kundakladı. Aynı kişi, daha sonra Taksim Hastanesi’nin kapısına molotofkokteyli attı. 15 dakika kadar sonra da İstiklal Caddesi’ne çıkıp elinde tuttuğu yanar durumdaki molotofkokteylini onlarca kişinin alışveriş yaptığı bir mağazaya fırlatmaya çalışırken polisçe yakalandı. Kundakçının bu sırada attığı slogan çok ilginçti; “Özgürlük için yaptım”!
Yetmedi; Oğuz Aral’ın öğrencileri tarafından onarılan aynı -polyesterden yapılma- heykeli, bir yıl sonra 18 Şubat 2008’de yine saldırıya uğradı. Bu kez kimliği bilinmeyen kişiler, yıkmakla yetinmedikleri heykelin başını, kollarını ve sağ ayağını parçaladılar. Artık, neyin öcünü almak istiyorlarsa…
Gülmek, salt insana özgü bir edim (amel) iken; Umberto Eco’nun “Gülün Adı” romanında dile getirdiği gibi; aslında ‘ödlerini kopardığı’ için mizahı / mizahçıyı düşmanlaştıran, ‘yürek dolusu’ gülebilen insanı şeytanlaştıran din bağnazlığının Türkiye sürümüydü belki de o yaşananlar ve yazık ki hâlâ yaşanmakta olanlar…
DİL YANLIŞLARIMIZ
Kimi yanlışlardan dönmek, olanaksız değilse de çok uzun zaman alabiliyor.
Örneğin, bir devlet kurumumuzun adı yanlış.
Ama, düzeltil(e)miyormuş!
Söz konusu kurum, Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı’na bağlı “Türkiye Standartları Enstitüsü”.
Kurumun bir gazetemizde yayımlanan Ankara, Necatibey Caddesi’ndeki binasının fotoğrafı dikkatimizi çekti. Yapının giriş kapısına, kurumun adındaki “standart” sözcüğü, ‘t’ yerine ‘d’ ile yazılmıştı; ” … Standardları…”
Hem de devâsâ harflerle…
Sözcüğün aslı Fransızca “standard”. Ama, Doğu ya da Batı kökenli olsun, yabancı bir sözcüğü Türkçeleştirirken kural gereği; yumuşak olan son ünsüz harfi, sert ünsüze çeviririz. Arap’ın “kitab”ını “kitap”; İranlının “ceng”ini “cenk”, Fransız’ın “metod”unu “metot” diye söyleyip yazarız.
Vikipedi özgür ansiklopedi’den öğrendiğimize göre, söz konusu kurumun ‘kuruluşunda adı resmen böyle yazıldığı için’ değiştirilemiyormuş. Dolayısıyla resmî yazışmalarda zorunlu olarak bu dil yanlışıyla kullanılmaktaymış.
Bizce böyle bir zorunluluk kabul edilemez. Devlet ciddiyeti, yanlıştan hemen dönülmesini gerektirir.
TDK’NİN AYIBI
Aynı konuda, benzer bir yanlışa Türk Dil Kurumu’nun (TDK) da düştüğünü görüyoruz.
Şöyle:
“Standart” sözcüğü hem ad hem de sıfat olarak kullanılır.
Sözcüğün ‘ad’ olarak öz Türkçe karşılığı “ölçün”; sıfat olarak da “ölçünlü”dür.
Oysa, TDK’nin Güncel Türkçe Sözlük’üne bakılırsa hem “ölçün” hem de “ölçünlü” birer ‘ad’dır.
Yanlış.
Doğrusu, Dil Derneği’nin Türkçe Sözlük’ünde…
Koskoca TDK‘nin uzmanları, “-li” yapım ekinin, bu örnekteki gibi, adları sıfat yaptığını nasıl bilmezler, anlaşılır şey değil.
(“-li”; ancak eklendiği sözcük ‘özel ad’ yapısını koruyorsa yapım eki olmaktan çıkar. Yani, o durumda adları sıfat yapmaz. Güncel örnek tümce:
Fenerbahçe futbol takımı, Galatasaray karşısında; Mesut Özil’li ve Mesut Özil’siz olarak iki farklı oyun sergiledi.)
GÜLDÜREN AÇIKLAMA
Arabamızda sürekli açık olan, nitelikli yayıncılık yapılan bir radyo kanalında 1 Şubat 2021 günü, “etimoloji” (kökenbilim) konulu izlenceye rast gelince çok sevindik. Ama, biri kadın iki gencin sunduğu izlencede, ‘dakika bir, gol bir’ durumuyla karşılaşınca sevincimiz kursağımızda kaldı.
Kadın sunucu, içinde “ana” sözcüğü geçen atasözü ve deyimlerimizi aktarıyordu. Atasözlerinden biri şuydu:
“Anaç tavuğun bastığı cücük, ölmezmiş.”
Sonra “cücük” sözcüğüyle birlikte atasözünü açıklamaya koyuldu:
— Soğanın küçüğü… Yani, üzerine tavuk bassa bile ezilmez.
Genç erkek sunucu da kadının açıklamasını onaylayınca küçük bir kahkaha atmaktan kendimizi alamadık.
Atasözünde geçen, ‘kümes hayvanlarının ya da kuşların yavrusu’ anlamındaki “cücük”tür. Dolayısıyla aktarılan atasözü de anneler, yavrularını incitmezler; yavrular da incinseler bile anneleri üzülmesin diye bunu belli etmezler, gibi çok hoş bir anlam içerir.
Kültür izlencelerine yer veren tüm medya organlarının yetkililerini kutluyor ve destekliyoruz.
Ama, bu gibi izlenceler doğaçlama sunulmaz. Hele deneyim eksiği olan gençler tarafından sunuluyorsa mutlaka ön hazırlık gerektirir.
Yoksa gülünç duruma düşmek işten değil.
GRAM GRAM ‘EPİGRAM’
Partizanlar! Ayıplı siyasette buluşun…
Salonlara doluşun, öpüşün ve koklaşın.
Altmış beş yaş üstünü eve hapsetmek yetmez,
Seçimde size oy vermelerini şart koşun!