TANRI İLE KUL ARASINDA…

Din, yeryüzündeki birçok toplumun olduğu gibi Türk toplumlarının da hep yumuşak karnıydı ve kuşkusuz hâlâ öyledir.

Anadolu’nun en ücra köyüne gidin; dantelli mahfazasının içinde, tek göz evin tavanına yakın bir yerine asılı Kuranıkerim görürsünüz. Yüceliğine yaraşır bir yerde tutmayı, ona saygımızı göstermek için yeterli sayarız.

Kuran’ın özellikle de Arapçasını yeğleriz; çünkü, onu okuyup anlamak, dolayısıyla içselleştirmek gibi bir derdimiz ne yazık ki yoktur!

Bizim bu durumumuz, Şark kurnazları için biçilmiş kaftandır.

Gerçek dindar, dinini yüreğinde yaşar. Dindarlığını (iyi niyetli halkımızı ayrı tutarak söyleyelim) kimsenin gözünün içine sokmaz. Hele onu kullanarak ayrıcalık (imtiyaz) asla istemez. Toplum katında ayrıcalıklı kılınırsa da bundan rahatsız olur. Olmalıdır.

Din iman taciri Şark kurnazları ise aslında İslamiyette olmayan ruhban sınıfını oluştururlar.

CAHİL DEKAN TEHDİDİ

Geçen hafta bunlardan, üstelik ‘profesör, dekan’ unvanlı biri çıkıp Boğaziçi Üniversitesi’nin, ‘çalıntı doktora tezli’ olduğu kanıtlanmış, değimsiz (liyakatsiz) rektör atanmasına karşı yasal, olgun eylem yapan öğrenci ve akademisyenlerini açıkça ‘ölümle tehdit’ edecek denli ileri gidebildi.

“… misiniz, mısınız” soru ilgecinin (edat), sonuna getirildiği sözcükten ayrı yazılacağını bile bilmeyen ayrıca ‘noktalama imi özürlü’ bu ‘profesör / dekan’, geçen hafta şöyle bir ‘tivit’ attı, biliyorsunuz:

“Boğaziçilimisiniz, Boğazdışılımısınız onu bunu bilmem. Aklınızın ucundan bile geçirmeyin. Biz abdest alır dışarı çıkmayız. Bizim zaten abdestimiz var. Bilin istedik de… Şöyle söyleyeyim. Siz hani bir ayı geçti eylem yapıyorsunuz ya. Biz eylem falan yapmayız. Biz gece vakti işi bitirir ertesi gün işe gideriz bilin istedim.”

Bu sözleri aktarırken bile kanımız dondu.

Hazrete yöneltilmesi gereken en basit soru:

Türkiye’nin gözbebeği, dünyaca saygın Boğaziçi Üniversitesi’nin birbirinden değerli bilim insanlarını ve pırıl pırıl bilimci adayı gençleri; hiçbir cana, mala zarar vermeden, salt anayasal haklarını kullanıp silahsız gösteri yapıyorlar diye ‘ölümle tehdit etmek’aptesi (1) bozmaz mı? 

KÂBE DUYARLILIĞI

Bu arada, aynı üniversitemizde öğrencilerin açtığı bir sergi kapsamında, Kâbe fotoğrafının yerde görüntülenmesiyle kızılca kıyamet koptu. Okuldaki dindar öğrenciler bile sergiyi hazırlayan arkadaşlarının art niyetsiz olduklarını, söz konusu görüntünün sanatsal etkinlik kapsamında değerlendirilmesi gerektiğini söylediler ama ne gam!

Siyasetçiler bu duruma, mal bulmuş Mağribi gibi sarıldılar. İktidarıyla muhalefetiyle gençleri kınadılar. Halkın dinsel duyarlılığına sahip çıktıklarını, gözümüzün içine soka soka gösterecekler ya! Sergiyi açan gençleri kışkırtıcılıkla suçladılar. Aslında böylece ‘dinsel duyarlılığı yüksek’ halkımızı kendileri kışkırtmış olmak bahasına…

Kâbe, yeryüzündeki her Müslüman’ın kutsalı. Hâttâ, Araplar için İslamiyet öncesi Samî inançlarına benzer biçimde ‘türlü kötü ruhlardan korkma’ esasına dayalı ilkel bir dine inandıkları II. yüzyıldan beri kutsal:

“Çok yalın olan tapınmaları, arada sırada kutsal taşların önünde toplanmak, her yıl panayır kurulan Mekke şehrine gelip orada Kâbe adı verilen kutsal yeri ziyaret etmekti.” (2)

Fransız tarihçi Cahen’in; ünlü coğrafyacı Batlamyus’a dayanarak yaptığı yukarıdaki öngörüye göre Kâbe, aynı topraklarda İslamın doğuşundan dört yüz önce de vardı.

VATANÎ GÖREVDEN ‘YIRTMAK’!

Dindar olmak’, belki daha doğru deyişle ‘dindar görünmek’; toplumumuz genelinde rıza gösterilmekten öte, memnunlukla kabul gören bir ‘sömürü aracı’ ya da en azından ‘ayrıcalığa değimli olmak’ anlamına gelebiliyor.

Mustafa Kemal Atatürk, Kurtuluş Savaşı‘nın en sıcak günlerinde (yıl: 1922), Konya’ya giderBeraberinde, Sovyetler Birliği’nin Ankara Büyükelçisi S. İ. Aralov ile Azerbaycan Büyükelçisi İbrahim Abilov (3) da vardır.

Aralov, daha sonra yazacağı anı kitabında, Konya ziyaretini şöyle anlatacaktır (4):

“O gece iki medreseyi ziyaret ettik. Kanlı canlı, hemen hepsi de gencecik mollalar, medresenin avlusunda dizilmişlerdi. Bunların yanında, geniş cüppeli, beyaz sakallı hocalar da yer almıştı. (…) Bunların başı ve en nüfuzlusu, Mustafa Kemal Paşa’dan, medrese sayısının artırılmasını rica etti. Bu zat ayrıca medrese öğrencilerinin askere alınmamalarını da istirham etti.

(…) Paşa, yüksek bir sesle, sertçe:

— Ne o, dedi. Yoksa sizin için medrese, Yunanlıları mağlup etmekten, halkı zulümden kurtarmaktan daha mı değerlidir? Millet kan içinde yüzerken, halkın en iyi çocukları cephelerde dövüşür, canlarını feda ederken, siz burada genç, sapasağlam delikanlıları besiye çekmişsiniz!”

ATA’NIN VAKIF TEPKİSİ

Çok sinirlenip oradan hızla ayrılan Atatürk, otomobilinde Aralov ile Abilov’a şunları söyleyecektir (5):

“Savaş sona erince onlarla daha ciddi konuşacağımHer şeyden önce onları malî dayanaklarından, vakıflardan yoksun edeceğim. Yurt topraklarının büyük bir parçası, neredeyse üçte ikisi, belki de daha çoğu vakıftır. Bu topraklar, mollaların yaşama kaynaklarıdır. Bunların çoğu, köylülerin elinden alınmış topraklardır. Buna son vereceğiz. Bir de utanmadan hükümetten yardım istiyorlar.”

Sıkı durun… Mustafa Kemal, Aralov’a; “Anadolu’da, sağlam, dinç delikanlıları askerden kaçırılan 17  bin medrese olduğunu” söyler. Bu ise tam bir kolordu demektir.

Dinden beslenenlerin; kendi attığı ‘uygar ileri Batı devleti’ temeli üzerinde Türkiye Cumhuriyeti’ni yine kendisi kuran  Atatürk‘ü niçin baş düşman olarak gördükleri ve O’nun tüm kalıtlarını yok etmek için gecelerini gündüzlerine katıp her gün yeni bir fitne ürettikleri çok belli değil mi!

DİL YANLIŞLARIMIZ

Ünlü düşün (fikir) gazetemizin 31 Ocak 2021 günkü internet sürümünde yer verilen bir haberin alt başlığı:

“İnternette ve üniversitelerin çevresindeki kırtasiyelerde para karşılığı tez yazanların sayısı artıyor.”

Arapça kökenli “kırtasiye”; defter, kâğıt, kalem, mürekkep vb. yazı araç ve gereçlerinin bütünü, demek.

Bu tür gereçlerin satıldığı dükkâna ve dükkânın sahibine ise “kırtasiyeci” denilir.

Okur, düşün gazetesi hazırlayanlardan, ‘doğru Türkçe’ üzerine de düşünmelerini bekler.

GRAM GRAM ‘EPİGRAM’

Ayasofya’da binlerce rekât namaz kılsak
Yüzlerce kez hacca gitsek de şeytan taşlasak
Bağışlar mı Hak, PKK’nın altı yıl tutsak…
Tuttuğu on üç şehit yerine biz toprak olsak!

 

1) Türkçede, ‘sesçil yazım (imla)’ geçerlidir. Farsça kökenli “ab + dest”in dilimizdeki doğru yazım ve sesletimi (telaffuz), “aptes”tir. Söz konusu kişi, tivit’ine bakılırsa  bu kuralı da bilmiyor.

2) Claude Cahen; “Türkler Nasıl Müslüman Oldular”; çev. T. Andaç, N. Uğurlu; Örgün Yayınevi, 5. baskı, sayfa 14

3) Azeri devlet insanı İbrahim Ebilov, büyük bir Atatürk hayranıydı. Büyükelçilik görevindeyken Ankara’da doğan çocuğu kız olduğu hâlde ona, “Mustafa Kemal” adını verdi.

4) S. İ.  Aralov; “Bir Sovyet Diplomatının Türkiye Hatıraları”; çev.  Hasan Ali Ediz, Cumhuriyet Gazetesi yayını, sayfa 127 – 128

5) Age. sayfa 128 – 129