ALKIŞ’A 100. KEZ ALKIŞ!..

Kahramanmaraş ve çevresinden başlayıp yazın (edebiyat) ışığıyla Türkiye’yi aydınlatan “Alkış”, 100’üncü sayısına ulaştı. İlk sayısı Mayıs 2002’de yayımlanan derginin kurucusu Dr. Oğuz Paköz başta olmak üzere Alkış’a emeği geçen, her türden yazılarıyla, şiirleriyle katkıda bulunan herkesi canıgönülden kutluyoruz.

İki ayda bir yayımlansa da bir yazın dergisi çıkarmanın ne denli özveri gerektirdiğini bilenlerdeniz. Gerçek bir Anadolu bilgesi olan gedikli dostumuz Dr. Paköz’ün, yazılarındaki, kitaplarındaki pırıl pırıl Türkçesine olduğu gibi, tüm zorluklara karşın ülkemiz kültürüne Alkış’la yaptığı hizmeti sürdürme kararlılığına, direncine de hayranız.

Nice 100’üncü sayılar diliyoruz.

YAZIN’IN GÜCÜ

Yukarıda kullandığımız ‘yazın ışığıyla aydınlanma’, içi dopdolu bir kavramdır. Yunus Emre “İlim kendin bilmektir.” der ya… İnsan, okudukça ‘bilimsel bilgi’ye ulaşmakla kalmaz; önce kendini, sonra başka insanları, giderek dünyayı tanır.

Lübnan asıllı Fransız gazeteci Emin Maluf‘a (Amin Maalouf) göre, dünya barışı bile ‘yazın okuru’ olmaktan geçer. Çünkü, insanları sevmek için önce tanımak gerekir. Yaşar Kemal’le Çukurova insanını, Dostoyevski ile Rus halkını, Haruki Murakami ile Japonları, Necip Mahfuz ile Mısırlıları, Mario Vargas Llosa ile Peruluları… tanıyıp sevebiliriz.

Kutsal kitaplarda, Nuh Peygamber’in gemisinden uçurduğu güvercinin ağzında, sonradan ‘barış simgesi’ sayılacak zeytin dalı ile döndüğü yazılıdır. Biz okudukça da yazın yapıtının sayfaları arasından önce iç, sonra dış dünyamıza, görünmeyen barış güvercinleri havalanır.

Şair küçük İskender, Selçuk Altun’un “Buraları Rüzgâr Buraları Yağmur” romanını öylesine beğenmiştir ki “Kitaplar hep yukarıdan aşağıya inecek değil ya! Kimi zaman da aşağıdan yukarıya çıkar!” diye yazarak bir bakıma ‘romanı kutsar’!

BİBLİYOTERAPİ

Yazın’ın, insan üzerinde ‘sağaltıcı’ etki yaptığı da öteden beri biliniyor.

Antik Yunan kenti Teb’deki bir kütüphanenin girişinde, “İnsan Ruhunun İyileştiği Yer” yazıyormuş.

Günümüz tıbbında da “bibliyoterapi” (kitapla sağaltım) diye bir yöntem var. [Ayrıntılı bilgi için bkz. Tuğçe Isıyel, “Sabit Fikir Dergisi”nin 65’inci sayısı (https://tugceisiyel.wordpress.com/) ]

Kafka, yazdığı bir mektupta, “Edebiyat, içimizdeki donmuş denizin buzlarını kıracak bir baltadır.” demiş. Yüreğimizdeki sevgi tözüne, o baltayı kullanmadan ulaşamayız.

Kimi politikacılar bu öğüde uyup okumayı alışkanlık hâline getirseler kendi ‘öfke denetimleri’ni yapabilirler, arada bir ‘baltayı taşa vurmaktan’ da kurtulurlar belki.

Geçmişte üst düzey bir politikacımız Meclis kürsüsünde, “halüsinasyon” sözcüğünü üç dört kez denediği hâlde söyleyememişti. Bu sözcüğün öz Türkçe karşılığı “sanrı”yı bilse sorun kalmayacaktı. Kendisinden, Demir Özlü’nün “Berlin’de Sanrı” kitabını okumuş olmasını ise elbette kimse beklemiyordu!

‘YARATICI’ YAZARLIK

‘Yaratıcı yazarlık’ ise insanoğlunun erişebileceği ‘en yüce’ makamlardan biri olmalı. Düşünün; bir roman kahramanı ‘yaratıyor’; ona uygun gördüğünüz kişiliği veriyor, öteki insanlarla (yan karakterlerle) ilişkilerini hâttâ her birinin yazgılarını belirliyorsunuz. Neredeyse tanrısal bir güç bu!

Örneğin, bir insanın yaşayabileceği en büyük acının -Tanrı kimseye vermesin- evlat acısı olduğu söylenir. Çocuğu ölen pek çok kişinin kısa süre sonra yaşama veda ettiği de bir gerçektir. İşte yaratıcı yazarlık, bu en büyük acıya karşı bile ‘kalem ustası’nı dirençli kılmakla kalmaz… Ulaştığı ‘neredeyse tanrısal güç’, yaratıcı yazara; ölen çocuğunu yapıtlarında yaşatma, hâttâ kendisi gibi yapıtlarıyla ‘ölümsüz kılma’ mucizesini gerçekleştirme olanağı sunar.

Shakespeare’in küçük yaşta ölen oğlunun adının “Hamnet” (yarattığı tiyatro kahramanı Hamlet’le özdeş) olduğunu biliyoruz.

Dostoyevski, ilk çocuğunun sanki üç aylıkken öleceğini önceden sezmiş gibi ona, “Suç ve Ceza” romanının kahramanı Sonya’nın adını vermişti. Sonya, bu ‘ölümsüz’ yapıtta yaşıyor!

Yine, Dostoyevski’nin dört çocuğundan üçüncüsü Aleksey, üç yaşındayken bir sara nöbeti geçirip 1878’de öldü. Kendisi de sara hastası olan romancı, bu ölümden kendini sorumlu tutup çok üzüldü. Ama, Tanrı’nın bahşettiği ‘yaratıcı yazarlık’ imdadına yetişti. Bir yıl sonra (1879’de)  yazmaya başladığı “Karamazov Kardeşler”in baş kahramanı Alyoşa ile Aleksey’e ‘hayat verdiği’ söylenir, Dostoyevski’nin.

CEZMİ’DEN VEDAT”A…

Türk yazarlardan da yaşadıkları ‘evlat acısı’na karşı avuntuyu, kaleme aldıkları yazın yapıtlarında arayanlar oldu.

Namık Kemal, can dostu Recaizade Ekrem’in adını, oğluna vermişti; “Ekrem”. Ne yazık ki Ekrem’in oğlu -müzik öğretmenine olan tek yanlı aşkı uğruna- canına kıyacaktı. Namık Kemal’in bu talihsiz torununun adı neydi biliyor musunuz; “Cezmi”. Yani, büyük yazar  ve düşünürün -Türk yazınındaki ilk tarihsel roman sayılan- yurtsever bir savaşçı, aynı zamanda şair olan kahramanıyla adaş; “Cezmi”.

Şair Ümit Yaşar Oğuzcan’ın oğlu Vedat da 17 yaşında, İstanbul Galata Kulesi’nden atlayarak canına kıymıştı. Kendisi de birçok kez intihara yeltenmiş olan Oğuzcan‘ın; Münir Nurettin Selçuk tarafından bestelenen ünlü kürdilihicazkâr şarkının sözlerini Vedat’ın ardından yazdığı yaygın kanıdır: “Beni kör kuyularda merdivensiz bıraktın / Denizler ortasında bak yelkensiz bıraktın…”

Oysa bu dizeleri, evlat acısıyla tanışmadan önce kaleme almıştır, şair. Oğlunun ölümünden sonra ise “Galata Kulesi” adlı ağıdı yazmıştır; “… Bütün insanlar için sevgiyle doluydu / Çıktı apansız o dönülmez yolculuğa…”

Bir başka “Vedatzede” yazın ustası da Halid Ziya Uşaklıgil’dir. O da canına kıyan oğlu Vedat’ın ardından “Bir Acı Hikâye”yi yazmıştır. Ama, Halil Vedat’ı ‘ölümsüz’ kıldığı bu yapıtı tamamladıktan sonra kendisi de ölmüştür. Elbette tüm büyük yazın ustaları gibi kendisi de ölümsüzdür, Uşaklıgil’in.

YAN ETKİSİZ ‘İLAÇ’

Yukarıda yazın’ın, insan ruhu üzerindeki ‘sağaltıcı’ etkisine değindik. Türk toplumu olarak son yıllarda bilinen sosyopolitik nedenlerle ağır bir ruhsal çöküntü yaşıyoruz.

Tanı belli ama sağaltım için bibliyoterapiden yararlandığımız söylenemez.

Şöyle:

Bir Japon yılda 25;  İsveçli 10; Fransız yedi kitap okuyor. Sıkı durun: Biz ise altı Türk, yılda bir kitap okuyoruz.

Bir başka -pek umursamadığımız- gerçek, toplumsal gönenç (refah) ile varsıllık ilişkisi:

İnsanların cebinin dolduğunu, kişi başına düşen ulusal gelirin önemli ölçülerle arttığını varsaysak bile, bunlar tek başına, bir toplumun varsıl olduğunu göstermez.

Biz bu satırları yazarken ülkemiz, milletvekili ve cumhurbaşkanı seçimleri arifesindeydi. İktidar doğal olarak yaptıklarıyla övünüyor, muhalefet de iktidarı eleştiriyordu. Her iki kesimden “vaatler” sıralayan siyasetçilerden birinin bile “kültürel kalkınma”dan söz ettiğini duymadık. Örneğin:

– Ülkemizde roman / öykü  okuma, şiir dinletileri seferberliği başlatacağız. Bunun için Türkiye’nin en ücra köşelerinde bile kütüphaneler açacağız. Yayınevleriyle bağlantı kurup yazarlarla halkımızı buluşturacağız. Tiyatro topluluklarını köylere kadar götüreceğiz. Sinema salonları açacağız. Müzik etkinlikleri düzenleyeceğiz… gibi.

Umarız, bu vaatlerin verildiği; seçimlerde halkımızın en çok oyu, bu vaatleri verenlere verdiği ve vaatlerin de tutulduğu günleri görürüz.

SON SÖZ: “Futbol sadece futbol değildir!” denir, biliyorsunuz. Bizce ondan çok daha önemlisi: Yazın, yalnızca yazın değildir.

Yukarıda sıralamaya çalıştığımız tüm bu nedenlerle okuyalım, okutalım; yazın alanında önemli bir boşluğu dolduran ALKIŞ‘ı da bir kez daha alkışlayalım.