Bugün “27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü”.
1961 yılından beri dünya ölçeğinde kutlanıyor.
Takvimleri, andaçları (ajanda), saatleri ‘ilkelliğe ayarlı’ olan kimi ‘sanat sevmez’, kof politikacıların “beka” palavralarına kulak asmayın…
Ulusumuz için yaşamsal her konuda, insanlığın ileri uygarlık ışığıyla yolumuzu aydınlatan Atatürk, “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş olur.” diyordu.
Bu yılki Dünya Tiyatrolar Günü uluslararası bildirisini, 2023 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan Norveçli yazar Jon Fosse (doğ. 1959) kaleme almış. Romanlarının yanı sıra tiyatro oyunları da bulunan Fosse bildirisine, “Sanat Barıştır” başlığını atmış.
İnsanın ‘biricikliğinin’, içindeki yalnız kendine ait ‘can’ ya da ‘ruh’tan geldiğini belirtiyor ve ‘iyi sanatın, bireysel olanla evrensel olanı görkemli biçimde birleştirmeyi başardığını’ vurguluyor.
‘ÖTEKİ’Nİ YOK ETMEK!
Bu arada, dünyada terör ve savaş gerçeğine dikkati çekerek bildirisini şöyle sürdürüyor, Jon Fosse:
“Çünkü insanların da hayvanî bir yanı vardır; ötekini, yabancıyı büyüleyici bir gizem olarak değil, kendi varlığına yönelik bir tehdit olarak deneyimleme içgüdüsüyle hareket eder.
Özgünlük -hepimizin görebildiği farklılıklar- bu şekilde ortadan kaybolur ve geride farklı olan her şeyin yok edilmesi gereken bir tehdit olduğuna dair ‘kolektif bir tekdüzelik’ kalır.
(…) Aslında çok basit: Savaş ve barış birbirine ne kadar zıtsa savaş ve sanat da o kadar zıttır. Sanat barıştır.”
Değerli yazın ustası, bu bildiriyi kaleme alırken Rusya’daki son terör saldırısı büyük olasılıkla henüz yaşanmamıştı.
Moskova’da 22 Mart Cuma akşamı, bir rock grubunun konserini izlemeye gelen altı bin kişinin bulunduğu Crocus Belediye Konser Salonu’na giren teröristler önce yaylım ateş açıp molotof kokteylleri attılar, sonra da salonu yaktılar.
En az 143 kişinin öldüğü, yüzlerce kişinin yaralandığı saldırıyı, köktendinci IŞİD (Irak ve Şam İslam Devleti) canileri üstlendi.
İnsanlığın evrensel değerlerinden kültür / sanata, dolayısıyla müziğe düşman olan bu kişiler, aynı zamanda emperyalizmin ‘kullanışlı’ ahmakları.
Rusya saldırıdan, işgali altında tuttuğu Ukrayna’yı sorumlu tuttu; dördünün doğrudan terör zanlısı olduğunu öne sürdüğü 11 kişinin Ukrayna’ya kaçmak üzereyken yakalandığını, toplam yedi kişinin tutuklandığını açıkladı. Olayın perde arkasında hangi büyük gücün ve nelerin olduğu, umarız zamanla ortaya çıkar.
TÜRKİYE’DE Mİ EĞİTİLDİLER?
Bu arada bizim açımızdan, dehşet verici bir sav: Rusya olayında yakalanan zanlılardan Tacikistan uyruklu IŞİD’lilerden en az ikisinin “Türkiye’de eğitim gördükleri”.
Eğer gerçeği yansıtıyorsa dünya ölçeğinde saygınlığımızı biraz daha yitirmemiz bir yana, gözünü kan bürümüş din bağnazları aramızda dolaşıyorlar demektir. Orta Doğu ve Asya’dan ‘ipini koparan’ hemen herkesin, düzgün bir güvenlik soruşturması engeline takılmadan ülkemize girebildiklerine inanmak istemiyoruz.
Öte yandan, komşu Rusya’nın Türkiye’den intikam alma planları yapacağı kesin.
Ama, biz bu satırları yazana değin İstanbul’da ilçe ilçe dolaşıp iktidar partisinin İBB Başkan Adayı Murat Kurum’a oy isteyen ‘ülkemizin güvenliğinden sorumlu’ İçişleri Bakanı ile onu ‘Seçim Yasası ve devlet teamülü dışına’ itenlerden, söz konusu ciddi savla ilgili bir açıklama duymadık. Yine de suskun kalmayacaklarını umuyor ve diliyoruz.
TAMER LEVENT’E ALKIŞ
Biz, kültür / sanata dönelim…
Bu yılki 27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü ‘ulusal’ bildirisini ise değerli oyuncu, tiyatro yönetmeni ve yazar Tamer Levent (doğ. 1950) yazmış.
Levent, insanların henüz ‘dilsiz’ oldukları çağlarda birbirleriyle “ses, taklit ve bedensel anlatımlar ile” iletişim kurduklarını anımsatıyor.
Tiyatronun temeli bu iletişimin insana, ‘düşüncenin gereksinimi’ olan deneyim ve bilgileri sağladığını, belirtiyor.
Bildirisinin sonunda da usta sanatçılığının yanı sıra örnek bir düşün insanı olduğunu göstererek “tiyatro ve onun kapsadığı disiplinler” için şu özgün yorumu yapıyor, Levent:
“… İnsan yaşamının bütünsel sanat özeni ile düzenlenebilmesinin navigasyonu (yöngüdüm).”
DİL YANLIŞLARIMIZ
2019 yılından beri dünyayı etkileyen küresel salgın (pandemi) nedeniyle tiyatrodan uzakta kalma sancısı çekenlerdeniz.
‘Birinci sanat tiyatro’nun tadını tam olarak vermese de ‘yedinci sanat sinema’yı, hiç değilse tv ve bilgisayar ekranlarından izleyebiliyoruz.
Bu arada, sinemanın bir parçası olan ve üzerinde çok konuşulan tv dizilerinden kimileri, gazetecilik güdüsüyle bizi ekran başına oturtuyor.
Söz konusu dizilerden biri, Show TV’de yayımlanmakta olan “Kızılcık Şerbeti”.
Dizinin ilk bölümlerinde, çocukları birbiriyle evlenen laik ailelerle, din kurallarına göre yaşayan ailelerin birbirlerine hoşgörülü yaklaştıkları izlenimine kapılıp sevinmiştik.
Jon Fosse’nin, yukarıda aktardığımız bildirisinde geçen ‘ötekini, büyüleyici bir gizem olarak gördükleri’, izleyici olarak düştüğümüz bir yanılgıdan ibaretmiş meğer.
Çünkü, dizide giderek ilişkiler sertleşti, çatışmalar arttı, şiddetli kavgalara dönüştü.
Derken, izleyici kitlelerine ‘köktendincilik’ boyutlarında olmasa da ‘dinsel tutuculuğun’ bir ‘sübliminal ileti’ gibi alttan alta işlendiğinden fena hâlde işkillenmeye başladık.
HARF / DİL DEVRİMİ
“Kızılcık Şerbeti”nin ramazan ayına denk gelen bölümlerinde laikliğin, en basitinden ‘oruç karşıtlığı’ gibi gösterilmesi bizi rahatsız etti.
Ayrıca, dizideki tutucu ailelerin her birinin ev ve işyerleri, dekorasyon açısından cami ya da mescit gibi. Duvarlarda devasa Arapça harflerle yazılmış, parıltılı altın varaklı levhalar var.
‘Mütedeyyinlik’ görüntüsü altında, Harf / Dil Devrimi karşıtlığını böylesine halkın gözüne sokmak, malum sinsi planların bir parçası mıdır? diye düşünmekten kendimizi alamadık.
Bu konudaki kuşkumuzu artıran bir gelişmeyi, 21 Mart gecesi ekrana getirilen bölümde gördük.
Şöyle:
Bir tv kanalının yöneticisi olan laik görüşlü Rüzgâr (Mustafa Yiğit Kirazcı), inancı gereği ‘tesettürlü’ çalışanı Nursema’yı (Ceren Yalazoğlu Karakoç) iftara davet etti.
İftar sonrası, ikili arasında şöyle bir konuşma geçti:
Nursema:
— Allah razı olsun.
Rüzgâr:
— Senin bu konuşmalarını hem seviyorum hem de yadırgıyorum.
Nursema, ‘alaycı’ bir ses tonuyla:
— O zaman ben de senin sevdiğin dilden konuşayım; Allah seni korusun ve kutsasın.
Oysa alaylık bir durum yok. Biz Türk’üz. Bize yakışan, Arapçayı ya da başka dilleri değil, ana dilimizi öncelemek. Keşke Nursema, alay etmek bir yana, “Allah” adının öz Türkçe karşılığı olan “Tanrı” demeyi de yeğleseydi.
Kültürümüze duyarlı azımsanmayacak sayıdaki yurttaşlarımız gibi, bizim de ‘bam telimiz’ olan Türkçeye karşı en hafif deyişle ‘saygıda kusur edenleri’ sergilemeyi sürdüreceğiz.
Şimdilik, bu ve benzeri yanlış izlencelere bağlanmış (programlanmış) ‘navigasyonların’ toplumları, pişman olup geri dönülmesi yüzyıllar alabilen çıkmazlara götürdüğünü söylemekle yetinelim.
GRAM GRAM ‘EPİGRAM’
Hepsi sustu,
Söz senin;
Alnında değil,
Oy’unda yazılı
Geleceğin.