‘İnsanca Bir Dönüşüm Hareketi’ Olarak Aşk

Son okuduğumuz romanlardan biri olan “Stoner”da (1) ABD’li yazar John Williams (1922 – 1994), bir üniversite okutmanının mütevazı yaşamını kaleme almış. Yer yer özgeçmişinden kesitler de içerdiğini düşündüğümüz (2) kitabında; ailesini, çocukluğunu, ilk gençliğini bir çırpıda anlatıyor! Ama sonra…

Romanın kahramanı Stoner, Edith’le tanışınca hele onu sevmeye başlayınca olay örgüsü, bir sinema filminin yavaş gösterim akışına dönüşüyor, biçem (üslup) macunlaşıyor; yazar, bu kez aşkını daktilo klavyesiyle hem de alabildiğine tadını çıkararak yeniden yaşıyor sanki! Ancak, Edith’le yaptığı evliliğin cicim ayları geçtikten sonra biçem yine ağır aksaklaşıyor. Stoner, Mussouri Üniversitesindeki okutmanlık yıllarını, deyiş yerindeyse topuklayarak anlatmaya koyuluyor. Ta, bu kez yüksek lisans öğrencisi Katherine ile tanışıp sevişmeye başlayıncaya değin…

AŞK DOKTORU “HASTA”!

Romancı John Williams‘ı, geçmişte kalan aşklarını yazarken bile ‘aşka getiren’ bu çok özel durum için bilim insanları, uzun yıllardır kafa yoruyorlar.

Her ne kadar Einstein, “o özel kişiye olan aşkımızı ‘kimyasal’ terimlerle açıklamanın bütün büyüyü yok edeceğini” söylemiş olsa da…

ABD’li antropolog Dr. Helen Fisher (1945 doğumlu), vücudu beynimizin salgıladığı hormon (dopamin, noradrenalin, oksitosin…) bombardımanıyla karşı karşıya bırakan aşkın,kokain sarhoşluğundan fazlası” olduğunu söylüyor.

Ama, Dr. Fisher’in bu “sarhoşluktan” uzak durma konusunda kendine bile hayrı yok! Aşk doktoru, Fuzuli‘nin “Aşk derdiyle hôşem el çek ilâcumdan tabîb…” dizelerini içselleştirmeye karşı umarsız kalmış gibi! Muzip birinin yönelttiği “Peki, siz hiç âşık olmadınız mı?” sorusu üzerine şu itirafta bulunuyor:

“Bir pastanın içerisindeki her bileşeni biliyor olabilirsiniz ama sonra oturup yediğinizde ondan hâlâ haz alırsınız. Elbette ben de herkesin yaptığı ‘hataları’ yapıyorum!” (Ayrıntı için bkz. https://nbeyin.com.tr/pastadaki-butun-bilesenleri-bilmek-helen-fisher/)

AŞK “İKİ KİŞİLİK” Mİ?

Bu arada, “Mutlu olmak için değil, ‘üremek’ için dünyadayız.” diyen Dr. Fisher,  “romantik aşkın çiftleşme enerjimizi yoğunlaştırıp süreci başlattığını” söylüyor. Doğada insanın dışında fillerin, kuşların, kemirgenlerin de bulunduğu yüzü aşkın hayvan türünün ‘bir ömürlük’ eş aradığını anımsatıyor (Darwin de aynı görüşte) ki buna “primitif (ilkel) romantik aşk” adı veriliyormuş!

Bizim bilge şairimiz Ataol Behramoğlu da öyle demiyor mu: Severken hiç bir böcek / Hiç bir kuş yalnız değildir; / Ölümdür yaşanan tek başına, / Aşk, iki kişiliktir…”

Gerçi bu konuda farklı düşünenler de var. Necip Fazıl, “Beklenen” şiirinde “Ne hasta bekler sabahı / Ne taze ölüyü mezar. / Ne de şeytan, bir günahı, / Seni beklediğim kadar.” dizelerini, yaptığı çağrıya sevgiliden olumlu yanıt alamayınca şöyle sürdürmüş: “Geçti istemem gelmeni, / Yokluğunda buldum seni…”

Doğa, iki karşı cinsi yoğun ısrarla birbirine iterken bilindiği gibi Fransız şair Louis Aragon’a (1897 – 1982) göre, “mutlu aşk yok”!

Ama yine de iş, Fuzuli’nin “aşk derdiyse hoşem”ine gelip dayanıyor. Aragon, dile kolay, 42 yıl evli kalacağı Elsa’ya, bakın nasıl bir acıyla sesleniyor: “… Güzel aşkım tatlı aşkım kanayan yaram benim / İçimde taşırım seni yaralı bir kuş gibi / Ve onlar bilmeden izler geçiyorken bizleri /Ardımdan tekrarlayıp ördüğüm sözcükleri / Ve hemen can verdiler iri gözlerin için / Mutlu aşk yoktur…”

“SAHTE DİNİN CENNETİ”

Aşkta “liyakat” (layık olma) ve “sadakat” olgularına gelince… Yine Aragon, “Aşkın gözü kördür.” tezinin çarpıcı bir örneğini oluşturuyor. Fransız şairin, uğruna yürek parçalayan dizeler yazdığı Rus asıllı karısı Elsa, feleğin çemberinden geçmiş bir kadın! Daha önce yurttaşı şair Mayakovski’ye âşık olmuş. Evli ablası Lilia onu elinden alınca da bir Fransız subayla ‘nispet evliliği’ yapıp Paris’e taşınmış. Elbette bu evliliği uzun sürmemiş. Sonra kalbinde, elden kaçırdığı ‘büyük balık’ Mayakovski’nin yerini bir başka değerli şair, Aragon almış. Yukarıda dediğimiz gibi, 42 yıl evli kalmışlar ama büyük şair Elsa’nın kendisini defalarca aldattığını “en son duyan koca” olmuş, Aragon. Ne zaman mı? Elsa’nın ölümünden sonra çekmecesinde bulduğu mektuplarından…

Yeniden “Stoner”a dönecek olursak… ABD’li yazar John Williams romanında, insanın yaşı ilerledikçe “aşk algısı”nın ya da yaşadığı aşkın bizzat kendisinin farklılaştığını vurguluyor:

“İlk gençliğinde Stoner aşkı, insanın eğer şanslıysa erişebileceği, mutlak bir varoluş biçimi olarak düşünürdü; olgunluğa erdiğinde, insanın oyalayıcı bir inançsızlık, hafiften tanıdık bir gülümseme ve sıkıntı verici bir özlemle bakması gereken ‘sahte bir dinin cenneti’ olduğu sonucuna varmıştı. Şimdi artık orta yaşında, aşkın ne bir lütuf ne de bir yanılsama olduğunu anlamaya başlıyordu; aşkı insanca bir dönüşüm hareketi olarak; irade, zekâ ve yürekle keşfedilen ve her gün ve her dakika yeniden yaratılan bir durum olarak görüyordu.” (3)

Aşk; bir tür “uyuşturucu bağımlılığı” ya da “hastalıklı bir duygu” olarak yaşasak da kısacık ömrümüze derin anlamlar katan, “manevî varlığımızı çoğaltan” olağanüstü bir durum. Ama ondan daha güzeli; yaş kemale erdikçe John Williams‘ın vurguladığı gibi “insanca bir dönüşüm hareketi”ne evrilerek elbette karşı cinsin de aralarında bulunduğu canlı – cansız varlıklarıyla bütün dünyayı hâttâ evreni kucaklayan sonsuz “büyük keşifler”e varınca tadından yenmiyor!

GRAM GRAM ‘EPİGRAM’

Arkadaş senin / Yüzünün Rabbi yessirini / Silmiş ruh çirkefin / Git, Atatürk pınarında / Yıkan da gel!

(1) John Williams; Stoner, Koton Kitap, 2013

(2) Yazarın kendisi de ABD’nin Denver Üniversitesinde uzun yıllar okutmanlık yapmış.

(3) agy. sayfa 201