Osmanlı Hanedanı, aslında kendilerinin de aynı kökten olmasına karşın Türkleri günahı kadar sevmezdi.
Padişahın anı defterinden farksız tarih yazan vakanüvis Naima, “Etrak-ı bîidrak” (Türkler mankafadır) demişti.
Padişah II. Murat’ın veziri Lala Yörgüç Paşa (? – 1441), “Bana bir Türk kellesi getirene Osmanlı kaftanı armağan edeceğim.” diye tellallar ünletti.
Osmanlı, eş olarak da Türk kadınlarını seçmedi. Kimi tarihçiler bunu, taht kavgasına şehzadelerin anne soyu da karışmasın, gibi bir gerekçeye dayandırırlar.
Ama, Osmanlı’nın henüz taht kavgası yaşanmayan Kuruluş yıllarında Orhan Bey, Yarhisar Tekfuru Mihalis’in kızına göz koydu. 17 yaşındaki Holofira, kendi soyundan bir gençle evlendirilirken düğün evi basılarak kaçırıldı. Müslüman yapılıp Orhan Bey’le baş göz edilen kızın, sonraki adıyla kim olduğunu biliyor musunuz:
Nilüfer Hatun.
YAKUP HAN – BAYEZİT
I. Murat, Sırplarla çarpıştığı Kosova Savaşı’nı (1389) kazandıktan sonra, hâlâ tam aydınlatılamayan bir biçimde öldürüldü. Yerine geçmesi gereken büyük oğlu Yakup Han hemen oracıkta yay kirişiyle boğduruldu. Annesi Rum olan küçük oğul Yıldırım Bayezit otağda ivedilikle padişah ilan edildi.
Bu olay, Türklerin Osmanlı sarayından kovulma sürecinin de başlangıcı oldu.
Amerikalı Prof. Stanford Shaw’a göre, Osmanlı sarayındaki iktidar kavgasında Yakup Han, Türkmenleri; Yıldırım Beyazıt ise Hristiyan ve dönme unsurları temsil etme eğilimindeydiler (1).
Peki, bu olup bitenin içinde ‘din’ etmeninin rolü hangi ölçüdedir?
Prof. Dr. Osman Turan, “Anadolu Türklerinin İslamiyet anlayışını, çok sathi (yüzeysel)” olarak nitelendiriyor. Fuat Köprülü de benzer görüşte:
“Bu Türk aşiretleri genellikle Müslüman olmakla beraber, her türlü bağnazlıktan uzak, dinin kendileri için çapraşık ve gerçekleştirilmesi zor hükümlerine çok eski budunsal (etnik) geleneklerinin dıştan Müslümanlık cilasıyla cilalanmış basit bir şekline uygun, eski Türk Şamanizminin dış görünüşü İslamlaşmış bir devamı (idi).”(2).
OSMANLI İÇERDİ
Öte yandan, Osmanlı’nın dinine, diyanetine içten bağlılığı su götürür.
Örneğin, uyguladıkları şeriat kuralları gereği, alkollü içki haram sayılmasına karşın pek çok içkici padişah vardı.
Halka içkiyi yasaklayan IV. Murat’ın kendisinin içtiği biliniyor. Dahası, dönemin Şeyhülislamı Yahya Efendi, “suça (!) özendirici” dizeler bile yazmış:
“Mescitte riyamişler etsin ko riyayı
Meyhaneye gel kim ne riya var ne mürai…”
(Bırak ikiyüzlülüğü benimseyenler mescitte sürdürsün ikiyüzlülüğünü / Sen meyhaneye gel ki orada ne ikiyüzlülük var ne de ikiyüzlü.)
Kanuni’nin oğlu padişah II. Selim’in lakabı “Sarhoş Selim”.
II. Abdülhamit’in rom tutkunu olduğu biliniyor. Torunu Osman Ertuğrul bir röportajında açıklamıştı:
“Dedem rom içerdi. Babama, ‘Bak ben bunu içiyorum, çünkü bu yasak değil. Kuran’a bak, orada şarap diyor, şekerden yapılanın bahsi geçmiyor.’ derdi.”
Peki ya ağabeyi savaş meydanında yay kirişiyle boğdurularak tahta çıkarılan Yıldırım Bayezit’e ne demeli! Hünkâr, sıkı şarapçıymış. Bu yüzden eleştiri oklarına hedef olduğu ulemayı biraz olsun yatıştırmak için Niğbolu utkusunun (1396) ganimetleriyle Bursa’da Ulu Cami’yi yaptırmış.
Yapı tamamlandığında, ulemadan, aynı zamanda damadı olan Emir Sultan’a sormuş:
— Camiyi nasıl buldun?
Ne padişah ne de kayınpeder çekincesi olan Emir Sultan, taşı gediğine koyuvermiş:
— Güzel olmuş ama ciddi bir kusuru var.
— Nedir?
— Bunun dört tarafına dört meyhane yapılmak ister!
Padişah, bu kinaye karşısında utançla karışık hiddetten kıpkırmızı kesilmiş.
“ÖVÜN, ÇALIŞ, GÜVEN”
Osmanlı’da Türk ulusal kimliği arayışı, bilindiği gibi Batılılaşma ile başladı. Mustafa Kemal’in de aralarında bulunduğu Selanik ekolü olarak nitelendirilen “Genç Kalemler”, 1789 Fransız İhtilali’nden esinleniyorlardı.
Ulusal Kurtuluş’u izleyen Cumhuriyet’in Kuruluşu sonrası Anadolu Aydınlanması çerçevesinde Türk ulusal bilinci oluşturulmaya çalışıldı.
Atatürk, kurduğu ulusa “Türk övün, çalış, güven…” diyerek yitirtilen özgüvenini kazandırmayı amaçladı.
Atatürk milliyetçiliği ne kafatasçı ne de din ve mezhep bakımından bölücü / ayrımcıdır; Türkiye Cumhuriyeti’ne vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür.
İKİ KUTUP: FİKRET – ERSOY
Büyük Önder’in esin kaynakları arasında Tevfik Fikret (1867 -1915) de vardır. Ümmetçiliğe karşı ulusalcılık bayrağını açan, ‘tam bağımsızlıkçı’ şair Fikret…
“Ümmet” ülküsüne sıkı sıkıya bağlı olanlar, Tevfik Fikret’ten nefret ederler.
Onlardan biri, Mehmet Akif Ersoy’dur (1873 – 1936). Ersoy, salt İstiklal Marşımızın şairi olmasıyla bile elbette saygıdeğer bir kişiliktir. Ama, Tevfik Fikret’i Robert Kolej’de “Türk Edebiyatı Bölümü”nü kurup yönettiği için ‘Protestanlara zangoçluk etmekle’ suçlayabilmiştir.
Fikret ise Ersoy’a yanıt verdiği “Tarih-i Kadim’e Zeyl” (eski tarihe ek) şiirinde “… Bana anlatma o güzel dini / Bilirim ben de senin bildiğini …” dedikten sonra “Hakk’a gerçekten varabileceklerin niteliklerini” sıralamıştır:
“… Doğruluk, sevgi, vefa ve tevazu / Merhamet, iyilik ve yurtseverlik, hakkaniyet…”
“TÜRK, ARAP’SIZ YAŞAYAMAZ”?!
Osmanlı, kutsal kitap Kuran’ın indirildiği Arapları, “kavm-i necip” (asil ırk) olarak görüyordu.
Mehmet Akif Ersoy’un, “İslam birliği” ülkücüsü olduğu yıllardaki bir şiiri:
“Türk, Arap’sız yaşayamaz
Kim yaşar der ki delidir
Arap’ın Türk hem sağ gözü
Hem de sağ elidir.”
Türk’ü, Arap’ın organı gibi görmek, aşağılayıcı değil mi!
Yine, Ersoy’un 1911-1933 yılları arasında yazdığı hemen tüm şiirler, bilindiği gibi “Safahat” (safhalar, evreler) adı altında yedi cilt kitapta toplanmıştır. Ne gariptir ki Anadolu’nun geçirdiği ‘safhalar’ arasında, bu şiirlere bakılırsa Millî Mücadele yoktur; Atatürk de hiç yaşamamıştır!..
ERSOY’UN GERÇEĞE DÖNÜŞÜ
Ersoy, daha sonra gittiği Arap ülkelerinde halkların içyüzünü anlayınca “Müslüman (ümmet) birliği” konusunda büyük düşlem kırıklığına uğramıştır:
“…Tevekkülün, hele manası hiç de öyle değil…
Yazık ki beyni örümcekli bir yığın cahil,
Nihayet oynıyarak dine en rezil oyunu,
Getirdiler ne yapıp yapıp bu hâle onu…”
Atatürk’ü, Cumhuriyet’i yıllarca en azından içselleştiremeyen, 10 kıta ve 41 dizeden oluşan İstiklal Marşı şiirinde bir tek “Türk” sözcüğüne bile yer vermeyip sadece Arapçada “ümmet” ile eş anlamlı “millet” kavramını kullanan Mehmet Akif Ersoy, 27 Aralık 1936’da hayata gözlerini yumdu.
Ölümünden birkaç gün önce, 63 yıllık yaşamının çok ciddi bir muhasebesini yapmış olmalı ki bu topraklardaki en parlak tarihsel utkuyu görebildi.
Ve şöyle dedi:
“Üç günlük daha ömrüm kalmışsa Allah benden alsın ve O’na (Atatürk’e) versin.”
Ne diyelim…
Darısı, gerçeği hâlâ göremeyen, neredeyse “Ben Türk’üm.” dememizi ve “Atatürk” adını yasaklamadıkları için kendilerine şükretmemizi bekleyenler varsa onların başına!
GRAM GRAM ‘EPİGRAM’
Suriye yetmedi, Türk askerinin yeni işi
‘Niyazi’ olacağı Libya iç savaş ateşi
Gel benim için öl, diyen ‘Müslüman Kardeş’…
Arap’ın derdi, Londra’da Noel alışverişi.
1) Demirtaş Ceyhun; “Ah Şu Biz ‘Karabıyıklı’ Türkler”, Sis Çanı Yayıncılık, Nisan 2000, on beşinci baskı, sayfa 70
2) Agy. sayfa 71