Ulusal bayramlar, ulusların özgüvenini pekiştirir.
Geçmişte kazanılan utkular, gelecek umutlarını tazeler, yeşertir.
Bizim de ulusça yeniden özgüven kazanmaya gereksinimimiz var.
Hepimizin bildiği nedenlerle yitirdiğimiz özgüvenimize yeniden kavuşmaya çalışmak yerine, tarih bilimini ‘toplumu kutuplaştırma aracı’ olarak görüp göstermek ise düşebileceğimiz en kötü yanılgılardan biridir.
Öncelikle şunu belirtelim: “Resmî tarih böyle diyor ama…” diye söze başlayanların, genellikle iyi niyetli olmadıklarını düşünenlerdeniz. Bu kişilerden çoğunun, tarihe nesnel (objektif) bakmaya çalışmak yerine, onu nalıncı keseri gibi kendi kutbundakilerin ülküsüne (ideoloji) hizmet amaçlı olarak yontma peşinde olduklarını görüyoruz.
Elbette aynı amacı, resmî tarihin yüzde yüz gerçeği yansıttığını körlemesine savunanlar da güdüyor olabilirler.
Bu türden bir ayrışmanın son örneğini, geçen hafta (26 Ağustos 1071 tarihli) Malazgirt Utkusu’nun 949’uncu yıldönümünü hak ettiği parlak törenlerle kutlayıp; öte yandan (26-30 Ağustos 1922 tarihli) görkemli Büyük Taarruz’un 98’inci yıldönümüne bizce resmen layık olduğu ölçüde değer vermeyerek yaşadık. Ama, neyse ki büyük kentlerdeki yurttaşlarımız başta olmak üzere halk kitleleri, Başkomutan Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde kazandığımız bu ulusal utkuya gereğince sahip çıktılar.
NUTUK’TA BÜYÜK TAARRUZ
1922’nin 26 Ağustos’unda başlayıp 30 Ağustos’unda sona eren Büyük Taarruz, tarihte başarıya ulaşmış ilk ve tek kurtuluş savaşına konulmuş utku tacının adıdır. 9 Eylül 1922′ye değin sürecek askerî ‘süpürme’ işlemiyle işgalci son düşmanlar da -tutsak alınanların dışında- İzmir’den atılmıştır.
Bütün dünyanın hem devlet insanlığında hem de askerlikte, geçen yüzyılın en büyük dâhilerinden saydığı Atatürk, Türk’ün benzersiz Kurtuluş serüvenini anlattığı Nutuk’unda, Büyük Taarruz’dan -günümüz Türkçesiyle- şöyle söz ediyor:
“Her evresiyle düşünülmüş, hazırlanmış, yönetilmiş ve utkuyla sonuçlandırılmış olan bu harekât, Türk ordusunun, Türk subay ve komuta kurulunun yüksek güç ve kahramanlığını tarihe bir kere daha geçiren büyük bir yapıttır. Bu yapıt, Türk ulusunun özgürlük ve bağımsızlık düşüncesinin ölümsüz bir anıtıdır. Bu yapıtı yaratan bir ulusun evladı, bir ordunun başkomutanı olduğumdan mutluluğum sonsuzdur.”
DİYOJEN, AYASOFYA VE AHLAT’TA
Büyük Taarruz’dan 841 yıl önce Büyük Selçuklu Devleti’nin hükümdarı Alpaslan, Anadolu seferine çıkmıştı.
Seferi haber alan Bizans İmparatoru Romen Diyojen, İstanbul’da düzenlenen büyük bir dinsel törenle ordusunun başında Malazgirt’e doğru hareket etti.
Söz konusu dinsel törenin yapıldığı yer, Ayasofya Kilisesi‘ydi.
Bizans ordusu, Sivas’ta dinlendikten sonra Van Gölü’ne yöneldi. Amaç, Alpaslan’ın henüz uzakta olmasını fırsat bilip Malazgirt yakınlarındaki bir kaleyi ele geçirmekti. İlginçtir; bu kale Ahlat Kalesi’ydi.
Takvimler 26 Ağustos 1071′i gösterdiğinde günlerden cumaydı. Alpaslan, tamamı Müslüman askerlerden oluşan ordusuna imamlık yaparak cuma namazını kendisi kıldırdı.
Romen Diyojen’in ordusunu ise farklı din ve mezheplerden paralı askerler oluşturuyordu. Bizanslı, Ermeni, Slav, Got, Alman, Frank, Gürcü askerlerinin yanı sıra yine çok ilginçtir ki Uz, Peçenek ve Kıpçak Türkleri de aralarında, süvari gücü olarak bulunuyordu.
TÜRK, TÜRK’ÜN YANINA KOŞTU
Savaş başlayınca Bizans ordusundaki Türk askerler büyük bir şaşkınlığa kapıldılar. Karşılarındaki kim olduğunu bilmedikleri ‘düşman’a komutanları, kendi dillerinden yani Türkçe buyruklar yağdırıyordu. Ve Türk süvariler bunu duyunca toplu hâlde Alpaslan‘ın saflarına geçtiler.
(Benzer bir durum 1453’te, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u kuşattığı sırada yaşanmıştı; Bizanslıların tutsağı olan Şehzade Orhan komutasındaki altı yüz kişilik Türk birliği, Türk akıncılara karşı Yenikapı – Yedikule arasındaki surları savunmuştu.)
Malazgirt Meydan Muharebesi, dünya savaş tarihinin en başarılı komutanlarından biri olan Büyük Selçuklu Hükümdarı Alpaslan’ın yengisiyle sonuçlandı.
Muharebenin kazanılmasında, Bizans ordusundaki Türk askerlerin Alpaslan’ın ordusuna üstelik kanlı çarpışmaların hemen başında katılmaları kilit rol oynadı.
Peki, Anadolu‘nun kapıları, Malazgirt Savaşı ile Türklere açıldıysa Alpaslan’ın karşısına asker olarak çıkarılan Türkler buraya neden ve nasıl gelmişlerdi?
Yoksa, Büyük Selçuklu Hükümdarı’nın Anadolu’ya sefer düzenleme amacı başka mıydı?
İzninizle bu soruların çok çarpıcı bulacağınız yanıtlarını vermeyi de haftaya bırakalım.
DİL YANLIŞLARIMIZ
Türkiye Gazeteciler Sendikası’na (TGS) göre, medyamızda işsizlik oranı yüzde 25- 30 gibi inanılması güç boyutlarda.
En az dört meslektaşımızdan biri, evine ekmek götüremiyor.
Bu arada, hemen tüm sektörlerde olduğu gibi medyamızda da uzun zamandır bir liyakat sorunu var. Birçok nitelikli gazeteci ve televizyoncu işsiz dolaşırken çalıştırılanlardan kimilerinin sergiledikleri bilgisizlik / sorumsuzluk / özensizlik örnekleri, duyarlı okur / izleyicilere saç baş yoldurtuyor.
Her gün karşımıza çıkan dil bilgisizlikleri arasında; tv sunucularının yaptığı sesletim (telaffuz) yanlışları başı çekiyor.
Üstelik bu kişiler bir de cahili oldukları Osmanlıcayı dillerinden düşürmüyorlar.
Örneğin, tam Türkçe karşılığıyla “bunun gibi, böyle” demek varken Arapça kökenli “hakeza” belirtecini kullanıyorlar. Bu üç heceli sözcüğün ilk ve son heceleri uzun, orta hecesi düz (haakezaa, diye) sesletilir. Ama, tüm sunucular sözleşmiş gibi, yalnızca son heceyi uzun okuyorlar.
“Haakezaa” diyemeyen bu arkadaşlardan biri, kolaylaştırıcılık (moderatörlük) görevini yaptığı tv izlencesinde, 4 Ağustos 2020 gecesi düştüğü bir dil yanlışıyla ise kendi kendini aştı (!) diyebiliriz. Ayasofya Müzesi’nin camiye dönüştürülmesinden söz ederken ne dese beğenirsiniz:
– ‘Simgesel semboller’ üzerinde tartışmalar devam edecek.
“Simge; duyularla ifade edilemeyen bir şeyi belirten somut nesne ya da işaret, alem, remiz, rumuz, timsal…” demek. Bu sözcük, Batı kökenli “sembol”ün (Fr. symbole) bire bir öz Türkçe karşılığı.
“Simgesel sembol”ün ne olduğunu ise bilen varsa beri gelsin!..
GRAM GRAM ‘EPİGRAM’
1 Eylül Dünya Barış Günü
Geldi yine
İçte ve dışta
Bizi öpmek isteyen isteyene!