Seyirlik sanat dallarından en eskisi olan tiyatroyu, “7. sanat” sinemaya yeğleyenlerdeniz.
“Çatlasak da patlasak da” günümüz iktidarınca yıkılan AKM’nin dili olsa da artık söyleyemez; Arthur Miller’ın “Cadı Kazanı”ndan, Roberto Athayde’in (Tomris Uyar çevirisi) “Miss Margarita Yöntemi”ne değin pek çok oyunu orada izleme şansına erişmiştik. (İlk anda bu iki piyesin aklımıza gelmesi ilginç olabilir. ABD’de komünist avının yapıldığı karabasan dönemini anlatan “Cadı Kazanı” oynatılırken AKM -kırk sekiz yıldır hâlâ aydınlatılamayan bir nedenle- yanmış ya da yakılmıştı! Dünya ölçeğinde eğitim dizgelerini eleştiren tek kişilik oyun “Miss Margarita Yöntemi“nde de -sanırız, oyundaki ‘sorgulayıcı eğitim’ önerisine sinirlenen- bir izleyici, sahneye fırlayıp sanatçı Ülkü Duru’yu tokatlamıştı.)
Tiyatro için “İnsanı, insana, insanla ve insanca anlatan sanat dalı,” denir. Bizim, kişisel olarak niçin tiyatroyu yeğlediğimizin yanıtı, bu tanımdadır.
SİNEMANIN BÜYÜSÜ
Ama, sinemaya da haksızlık etmeyelim… Tiyatro sahnesindeki kanlı canlı oyuncularla kurduğumuz “sahici” ilişki, sinemada araya uygulayımbilim (teknoloji) girince yerini “düşlem” (hayal) dünyasının sınırsız varsıllığına bırakabiliyor. Bu, yönetmenin dünyası da olsa…
Sözü, Nuri Bilge Ceylan‘ın son filmi “Ahlat Ağacı“na getireceğiz. Aslında, Ceylan’ın upuzun diyaloglarla, derin suskunluklarla geçen ağır tempolu sinemasını sevdiğimizi söyleyemeyiz. Daha doğrusu, “Ahlat Ağacı“nı izleyinceye değin söyleyemezdik. Şimdiyse sinema salonunda, onun bu son filmiyle geçirdiğimiz üç saatin üzerinden neredeyse bir ay geçmesine karşın hâlâ filmin kapsama alanındayız!
Söz gelimi, evimizin üstü kapalı terasının geniş penceresi, dalları komşu bahçeden sokağımıza sarkan bir incir ağacına bakıyor. Birkaç gündür hava rüzgârlı, iri incir yapraklarının hışırtısında; Hatice’nin (Hazar Ergüçlü) sevmediği biriyle yapacağı evlilik arifesinde Sinan’la (Doğu Demirkol) öpüştüğü sahne capcanlı karşımızda. Ağaçlar ağaç, yapraklar yaprak, rüzgâr da rüzgâr olmaktan çıkmış; salt izleyicisi olmaktan öte, bizi bir Mozart konçertosu eşliğinde içine buyur eden hareketli, güneşten aldığı altın sarısı rengiyle güneşi kıskandıracak bir izlenimci (empresyonist) ressam tablosu!..
DEĞİŞİK BİR ÖYKÜ
Sanat dallarının tümü için geçerli, yirmi dolayında ana öykünün bulunduğu varsayılır. Her roman, tiyatro oyunu, sinema filmi… bu yirmi öyküyü ya temel alır ya da onların çevresinde dolanır. Ama, “Ahlat Ağacı” filminin konusu farklı gibi…
Üniversiteyi bitiren Sinan, memleketine (Çanakkale’nin ilçesi Çan) döner. Artık o, binlerce gencimiz gibi atanamayan bir sınıf öğretmenidir. Aslında, hiç de kendine rol model olmadığını zannettiği babasının mesleğini seçmiştir. Baba İlyas (Murat Cemcir) şans oyunları zaafı yüzünden hem karısı Asuman’ı (Bennu Yıldırımlar) mutsuz etmiş hem de çevresinde saygınlığını yitirmiştir.
Sinan’ın asıl amacıysa öğretmenlik değil, yazarlıktır. Kaleme aldığı romanı bastırmak için maddi / manevi destek bulmak zorundadır. Bu amaçla kapısını çaldığı değişik kesimlerden, kişisel çıkarını her türlü değerin üstünde tutan kasaba kurnazı tipleri tanırız. Filmin bir sahnesinde söylendiği gibi, burada insanlar “bezelye taneleri” örneği, neredeyse birbirinin aynıdır.
Sinan ve babası İlyas‘ın dışında…
ÇARPICI SİMGELER
Baş kahraman Sinan, filmin ilk sahnelerinde Fareler ve İnsanlar‘ın saf kahramanı Lennie‘yi andıran hantal görünümlü, sarsak yürüyüşlü bir genç. Ama, film ilerledikçe Sinan’ın akıllı, duygulu, düzeni sorgulayan, sözünü sakınmayan biri olduğunu görüyoruz. Özellikle de filme yama gibi duran iki uzun bölümde. Bunlardan ilki; biri bağnaz, öteki ilerici iki imamla dinin yaşamımızdaki yerini uzun uzadıya tartıştıkları sahne. Karamazof Kardeşler‘den Ivan‘ın, kardeşi rahip Alyoşa‘ya tiradını akla getiriyor. İkincisi ise Sinan’ın, yörenin tanınmış yazarı Süleyman (Serkan Keskin) ile giriştiği idealist yazarlık / piyasa koşullarına uyma kaygısına ilişkin tartışma.
Filmin öyküsünü tümüyle ele vermeden, “ahlat ağacı”nın baba İlyas’ı simgelediğini söyleyebiliriz. İlyas, karısıyla paylaştığı evinden ayrılıp karlı dağ başındaki bir kulübede yaşamını sürdürme cesaretine sahip güçlü bir kişiliktir. Tıpkı, en kötü doğa koşullarına hâttâ susuzluğa dayanıklı ahlat ağacı gibi. Bu arada kuyu açıp onlarca metre derinlikten su çıkararak bir bahçe oluşturma yolundaki -atadan kalma- umudunu da terk etmez. Ve, Sinan da onu sürekli hor görmesine, aşağılamasına karşın kendisini tepkisiz, karşılıksız seven, bastırdığı kitabı okuyan tek kişi olan, cebinde kendisi hakkındaki bir gazete kesiğini taşıyan ‘kalender’ babası İlyas’a ne denli benzediğini anlayacaktır.
Bu çarpıcı tema bize, Nuri Bilge Ceylan‘ın, Köy Enstitülü şair Mehmet Başaran‘ın “Ahlat Ağacı” şiirini sinemaya uyarlamış, en azından şu dizelerden esinlenmiş olabileceğini düşündürüyor:
“… Bakma sana bir ad verdiklerine / Yerle gök arasında bir karaltısın / Ve bütün dünya seni unutmuş / Sanki kim bilecek yaşadığını / Gelmese dallarına birkaç fakir kuş…”
Archibald MacLeish‘in (Çev. Cevat Çapan), neredeyse kutsadığı şiirin benzersiz dilini, beyazperdede yakalamasına ramak kaldığını bile söyleyebiliriz, Nuri Bilge Ceylan’ın:
“Kuşların uçuşu gibi / Sözsüz olmalı şiir…”
Yönetmen, kamerasına bir yer seçip “Motor!” komutu vermiş de hayat objektifin önünden akıp gidivermiş sanki. İşte, “Ahlat Ağacı“nı izlemek de hayatın dışına çıkıp hayatı izlemeye benziyor.
Bu nedenlerle MacLeish‘ten esinle biz de şöyle diyebiliriz belki:
“Filmsiz olmalı sinema / Hayatın kendisi gibi!”
Sanatın, ruhlarımızı alıp insan duyarlılığının doruk noktalarına yücelten görkemli gücünden kendimizi yoksun bırakmayalım.
GRAM GRAM ‘EPİGRAM’
Otuz üç aydınımızı / Şehit ettikleri / Engizisyon ateşine / Yirmi beş yıldır hâlâ / Odun atan Nemrut’ları da / UnutMADIMAKlımda!