SANATLA İNCELİP İNSAN OLMAK -1

İstanbul Sarıyer’de, genellikle bakliyat satın almak için belli aralıklarla gittiğimiz küçük bir dükkân var.
Geçen hafta orada, ilkyaz göğü gibi masmavi gülümseyen bir kadınla yüz yüze geldik.
Söylemeye pek dilimiz varmasa da artık ilerlemiş yaşının gereği olarak elinde baston, yanında da Asyalı genç hemcinsi olan bir yardımcı bulunuyordu.
Yüzündeki ‘mutlu’ ifadeyi, dükkânın iki ortağıyla birlikte görür görmez bize de ‘bulaştırıveren’ bu kadın kimdi biliyor musunuz?
Emel Sayın.
Olağan nezaket tümceleriyle merhabalaşırken Sayın’ın konuşma sesini bile özlemiş olduğumuzu duyumsadık.
Sanırız daha önce de yazmıştık ama YeniGün okurları için yineleyelim:
Fransızcada, ‘tını açısından varsıl, renkli ses’ anlamında bir tanımlama bulunuyor; “voix sonore”.
Dilimizde pek kullanılmamakla birlikte “ötümlü ses” diyebileceğimiz bir karşılığı olan söz, Emel Sayın için üretilmiş sanki.
Onunla bu kısacık karşılaşma, gündelik yaşamımız üzerinde, ‘çölde vaha’ etkisi yaptı.

ÇOCUK GÖZÜYLE DORMEN

Benzer bir duyguyu, Nilüfer Bıyıklı’nın bir süre önce Tele -1’de hazırlayıp sunduğu söyleşiyi izlerken yaşadık.
Bıyıklı’nın ekrandaki konukları, tiyatro sanatçıları Almıla – Kerem Atabeyoğlu idi.
Değerli çift, çocukları Altan’ın 3,5 yaşından beri kendileriyle birlikte turnelere katıldığını söyledi.
Bir ara söz, tiyatro dünyamızın 95 yaşındaki çınarı Haldun Dormen’den açıldı.
Ülke ölçeğinde çıktıkları bir turne boyunca Dormen’i yakından tanıyan minik Altan, bir gün anne babasını şaşkına çeviren şu sözleri söylemiş:
— Nasıl oluyor da Haldun Ağabey geldiğinde her şey daha güzel kokuyor ve renkler daha parlak oluyor?
Yetmiş yılın tiyatro oyuncusu, yönetmeni, oyun yazarı ve çevirmeni Haldun Dormen’in, sanat yaşamı boyunca hiçbir eleştirmenden böylesine güzel sözler işittiğini sanmıyoruz.
Bir sanatçının gerçek değerini anlayabilmek için ona, çocuk gözleri ve ruhuyla bakmak gerekiyor belki de.

GÖKKUŞAĞI YASAĞI!

Emel Sayın ile Haldun Dormen; günümüzde ‘çölleştirilmeye’ çalışılan Türk sahne yaşamının gözalıcı renklerinden yalnızca ikisi.
Yönetmen Ron Howard’ın “Akıl Oyunları” filminin bir sahnesinde; dâhi matematikçi John Nash’in (Russell Crowe) önce sevgilisi, sonra karısı olan Alicia (Jennifer Connely) şöyle diyordu:
— Onca renk yarattığı için Tanrı ressam olabilir.
Kimi ressamlara göre, siyah ve beyaz renk değildir.
Renk dediğin; gökkuşağının dıştan içe doğru sırasıyla mor, lacivert, mavi, yeşil, sarı, turuncu ve kırmızısıdır.
Faşizmin hiçbir türü, çok renkliliği sevmez.
At gözlüğü takmış faşist asker, üzerindeki haki renk üniforma gibi herkesi tek tipleştireceğini sanır. Türkiye’de 12 Eylül faşizmi, Bülent Ersoy’a sahne yasağı koymuştu.
Din faşistinde de gökkuşağı bile ‘eşcinsellik’ korkusu yaratır.
Zeki Müren şimdi sağ olsaydı Bodrum Kalesi’ndeki geleneksel konserleri, kaymakamlıkça yasaklanırdı.

BİTMEK BİLMİYOR

* Yobaz güruh, voleybolcu kızlarımızın Avrupa Şampiyonu olarak bize yaşattıkları ulusal kıvancı gölgelemek için ne çok çırpındı!
* Gözü dönmüş aynı köktendinciler, İBB tarafından Artİstanbul Feshane’deki ‘Ortadan Başlamak’ adlı sergiyi kerelerce basıp saldırı girişiminde bulundular.
Sözümüz ona ‘LGBT propagandası amaçlı’ cinsellik ögesi içeren resimlerin, satanizm simgesi olarak gördükleri keçi figürlerinin sergilenmesini kafaya takmışlardı.
* Feshane’de söz konusu etkinlikle dört yüz kadar yapıtını sergileyen üç yüz sanatçıya lince uğrama korkusu yaşatan o saldırganlara bir şey olmadı. Ama, bir baktık ki savcılık, Feshane’deki sergiyi açanlar hakkında soruşturma başlatmış; ‘halkı kin ve düşmanlığa tahrik ettikleri’ savıyla…
Gazetede bize ayrılan yere yine sığamadığımız için ‘sanat ve sanatçı düşmanlığı’ ile ‘kayırmacılığından’ ve de onlarla atbaşı giden ‘kadın düşmanlığı’ndan, çarpıcı örnekler vermeyi haftaya sürdürelim.

DİL YANLIŞLARIMIZ

Türkçede, ‘kimseye sezdirmeden kötü işler çeviren kimse’ anlamında bir deyim var:
“Gece silahlı, gündüz külahlı.”
Tv kanalları, sözümüz ona milliyetçi; hem gece hem de gündüz silahlı ‘anti kahraman’ların izleyiciye ‘kahraman’ diye sunulduğu dizilerden geçilmiyor.
Bu dizilerin, yaz boyunca süren yayım tekrarları cabası!
Herhâlde rastlantı eseri değil; gazetelerin üçüncü sayfaları, bunların kopyalarının gerçek yaşamdaki marifetleriyle (!) dolup taşmaya başladı.
Söz konusu dizilerdeki ‘anti kahraman’ların ortak dili Osmanlıca.
Onu da doğru kullanabilseler yüreğimiz gam yemeyecek!
İşte, belli aralıklarla ekranda karşımıza çıkan bir dil yanlışı:
“Uhulet ve suhuletle…”
Arapça “suhulet; kolaylık” demek.
“Uhulet” diye bir sözcük ise hiçbir sözlükte yok.
Bizce bu sözcük ancak bağlaçsız olarak ikilemede kulanılabilir:
“Uhulet suhulet”…
Çünkü, ikilemelerde kullanılan sözcüklerden biri ‘anlamsız’ olabilir.
“Çoluk çocuk” ikilemesindeki “çoluk”; “kitap mitap”taki “mitap” gibi…
Acaba, diyoruz; ekonomideki “kötü para, iyi parayı kovar” kuralı (*), dil için de geçerli mi?
Çünkü; “uhulet ve suhuletle…”saçmalığını, tv dizilerinden sonra üst düzeydeki politikacılardan, hâttâ ‘monşerler’in (!) yerine atanan zamane diplomatlarından da işitmeye başladık.

GRAM GRAM ‘EPİGRAM’

Okullar açıldı, öğrenci bebeler
Yoksul veliler gibi varsın aç kalsın;
Meclis aşevinde üç kuruşa pirzola
Yiyen vekile her lokma helal olsun!

(*) Ekonomide, Gresham Yasası olarak da bilinen “kötü para iyi parayı kovar” ilkesi; halkın her zaman değeri yüksek parayı stoklama yani piyasadan çekme, değeri düşük parayı da kullanma yani piyasaya sokma eğiliminde olduğunu belirtir. Günümüzde, Amerikan Doları’nın stoklanıp Türk Lirası’nın harcanması gibi.