RASTGELE HAYAT!

İnsan yaşamında rastlantıların rolü nedir?
On asker, uçaktan paraşütle atlar. Dokuzunun paraşütü açılır, kötü rastlantı eseri birininki açılmaz. Oysa paraşütler henüz kuşanılmadan, kılı kırk yaran bir uzman tarafından kontrol edilmiştir. Ama, askerin paraşütünün uçağa bağlı bulunduğu, kırk beş kilo ağırlıkla kopması gereken ‘can ipi’, atlayış sonrası kopmamıştır. Asker, o sırada esen kim bilir kaç knot’lık rüzgârın etkisiyle savrulup çelik kuşun gövdesine çarparak ölür.
Sonunda ‘can ipi’ kopar ve ömrünün ilkyazındaki bir insanın -paraşütçü deyişiyle- ‘mum olmuş’ paraşütle birlikte çakıldığı zeminde korkunç bir hüzün çukuru oluşur.
Askerin başına gelene biz, kötü rastlantı eseri dedik; siz yazgı da diyebilirsiniz.

ÖLÜM DÖŞEĞİNDE MUCİZE

Tatsız başladığımız yazıyı tatlıya çevirelim…
İngilizce ‘yeni sığınak’ anlamındaki New Haven, ABD’nin Connecticut eyaletinin ikinci büyük kentidir. Ünlü Yale Üniversitesi de buradadır.
1992 yılında kente emekli bir hemşire gelir. Anne Miller adındaki kadın, 83 yaşındadır. Mutlu bir olayın 50’inci yılı nedeniyle kendisine anı plaketi verilecektir.
Hem de ne anı!..
Makarayı geri sarıp 1942 yılına döndüğümüzde aynı hemşireyi 33 yaşındayken ölüm döşeğinde görüyoruz. Düşük yapmış ve “lohusa humması” adı verilen öldürücü hastalığa yakalanmıştır. Bir aydır yüksek ateşle sayıklayıp durduğu New Haven Hastanesi’nde hekimler kendisinden umudu kesmişlerdir.
Öte yandan, New Haven’a beş bin 500 kilometre uzaklıktaki Londra’da bir İngiliz bilim insanı Aleksandre Fleming (1881- 1955), rastlantı eseri diyebileceğimiz biçimde, laboratuvarda bir tür “mantar” keşfeder. Bulduğu küf mantarı, bir çanak içindeki “stafilokok” mikrop kolonisini tümüyle yok etmiştir. Tıp dünyasında devrim yaratacak mucize buluştur bu. Söz konusu küf mantarına daha sonra şu ad verilecektir:
“Penisilin”
Hasta hemşire Anne Miller’a bakan hastane doktoru, ilacın piyasaya çıkmasını beklemeden Fleming’le bağlantı kurar. İlaç önce uçağa, sonra Connecticut polisine teslim edilir. Ve Miller’ın üzerinde uygulanıp umulan etkiyi yapar. Ateşi düşen, sayıklamaları sona eren, iştahı açılan genç hemşire, bir ay içinde tamamen iyileşir.
Ölüm döşeğinden sağ salim kalktıktan sonra 57 yıl daha yaşayacaktır. Hayata gözlerini yumduğunda 90 yaşındadır.
Elbette bilim sayesinde… Ama, zamanın eğrisiyle doğrusunun, usa sığmaz biçimde üst üste gelmesiyle yani yine rastlantı eseri.
Aleksandre Fleming’in, penisilini bulduğu için 1945 Nobel Tıp Ödülü’ne layık görüldüğünü de anımsatalım.

‘TALİHİN BUYRUĞU’

Bizim toplumumuza özgü müdür, bilemiyoruz; çocukluğumuzda ve toy gençlik yıllarımızda büyüklerimiz, bizi uzak bir yere uğurlarken şöyle güzel bir dilekte bulunurlardı:
“Tanrı seni iyi insanlarla karşılaştırsın.”
Bu köşe yazılarını yazarken kendisinden ‘alıntı yapmalara doyamadığımız’ düşünür Zygmunt Bauman’ın, “rastlantı / talih” konusunda, aile büyüklerimizinkiyle örtüşen bir görüşü var:
“Yaşam seçiminizden, seçimler arasındaki seçiminizden ve seçimlerinizden sorumlu olmak anlamında bir BİREY olmak; seçim meselesi değil, talihin bir buyruğudur.”
Sinema yönetmeni Krzysztof Kieslowski’nin de bu konuda Bauman’la aynı görüşü paylaştığını biliyoruz. Örneğin, 1981 yapımı (ülkesi Polonya’da 1987 yılına dek yasaklıydı) “Kör Talih” (Blind Chance) filmiyle…
Soyvetler Birliği’ne bağlı bir demirperde ülkesi olduğu yıllarda Polonya’da geçen filmin kahramanı, bir tıp öğrencisi olan Witek’tir (Boguslav Linda). Rastlantıların insan yaşamında ne denli etkili olduğunu anlatan film, Witek’in ‘bir trene binip binememesiyle’ ortaya çıkan üç ayrı olasılığı -üç ayrı bölüm olarak- işler:
1- Hareket etmekte olan treni yakalamak üzere peronda koşarken gördüğümüz Witek, trene binmeyi başarır! Ardından, bir komünist parti üyesiyle tanışıp partinin etkin bir üyesi olur.
2- Peronda koşarken kazara çarptığı silahlı bir bekçi tarafından karakola götürülüp tutuklanır. Girilmesi yasak olan bir yere girmekle suçlanır. Derken bir yeraltı örgütüne üye, sonra da koyu Katolik bir dindar olur.
3- Treni kaçırır. Tıp fakültesine geri döner. Başarılı bir hekim ve mutlu aile babası olur.
Üç ayrı rastlantı ve üç ayrı yaşam!
Ancak hepsinde yine de bir ‘ortak nokta’ var: Aşk.
Witek’in, her üç yaşam biçiminde de geçmişte sevip ayrıldığı kadın karşısına çıkacaktır.
Bu arada, kimi sinema eleştirmenlerinin -Alin Taşçıyan gibi- filmle ilgili yorumu ilginçtir:
“Bu film, aynı zamanda Polonya’nın ‘kör talihini’ anlatıyor.”

DİL YANLIŞLARIMIZ

Hazırlayıp sunduğu izlencelerde sık sık kültür / sanat insanlarını konuk eden bir televizyon gazetecisi, çok özensiz bir Türkçe kullanıyor.
12 Nisan gecesi ağırladığı ünlü müzik adamı / edebiyatçıyı sunarken şöyle dedi:
— Bu ülkenin kıymetli bir değeri.
“Değer”, Arapça kökenli “kıymet” sözcüğünün bire bir öz Türkçe karşılığı.
Aynı kişinin en çok kullandığı sözlerden biri de şu:
— Geçtiğimiz günlerde…
Zamanı biz geçmeyiz, o kendiliğinden geçer. Bu nedenle “geçtiğimiz…” yerine “geçen gün”, “geçen hafta”, “geçen ay”… diyebiliriz.
Aynı kanalda, 10 Nisan akşamı da CHP Sözcüsü Faik Öztrak’ın açıklamaları canlı yayımlanırken atılan şu başlık (KJ) dakikalarca ekranda kaldı:
“Salgının merkezüstü İstanbul”
Buradaki uydurma ‘merkezüstü’ bileşik sözcüğünün doğrusu:
Kimi görevleri yürütebilmek amacıyla kurulan, sürekli veya geçici olarak konaklanılan yer, anlamındaki Arapça kökenli “üs” sözcüğüyle yapılan tamlama; “merkez üssü”.

Ö. SEYFETTİN FARKI

Öte yandan, Tele 1 televizyonunun başarılı yöneticilerinden Murat Taylan, kendisinin hazırlayıp sunduğu “Gün Biterken” haber izlencesinde, güzel bir öneride bulundu:
— “Dâhi” (olağanüstü yeteneği ve yaratıcı gücü olan kimse) anlamındaki ad ile “dahi” bağlacının telaffuzları (sesletim) birbirine karıştırılıyor. “Dahi”nin yerine, aynı anlama gelen “de, bile” bağlaçlarını kullanalım lütfen.
Uyulacağını umduğumuz bu öneri bize, ünlü hikâyecimiz Ömer Seyfettin’in (1884 – 1920) yazım kuralları konusundaki titizliğini anımsattı.
Yıllar önce aktardığımız, YeniGün okurları için yinelemek istediğimiz öykücük (anekdot) şöyle:
Rahmetlik öğretmenimiz Tahir Alangu’nun yazdığı öykücüğe [Ülkücü (1) Bir Romanın Yazarı, 1968] göre Ömer Seyfettin, devlet katında görevliyken resmî bir yazı kaleme alıp amiri Cevdet Paşa’ya götürür.
Paşa, yazıya göz atınca:
— Ömer Efendi, ‘dahi’ kelimesi noktalı olacak, unutmuşsunuz, der.
Yazar ise aksi görüştedir:
— Hayır Paşam, ‘dahi’de nokta yoktur.
— Bilginize inanırım Ömer Efendi. Ama siz yine de Lügât-i Naci’ye bakınız.
Ömer Seyfettin, düşüncesinde ısrarlıdır.
Tartışma uzayınca birlikte sözlüğe başvururlar.
Paşa haklı çıkar.
Ömer Seyfettin kahrolur. Utancından bir hastalık uydurup odasına kapanır.
Cevdet Paşa da yazarın dile karşı duyarlılığının dünyasını karartmasına üzülür. İki hafta sonra dayanamayıp Ömer Seyfettin’in odasının kapısını çalar:
– Ömer Efendi oğlum, artık yeter! Dahi’nin noktası için insan on beş günden fazla hasta yatmaz.
Nereden nereye!
Günümüzün adı ustaya çıkmış kimi kalemleri, dilimize Roma İmparatoru Sigismond gibi yaklaşıyor. Sigismond halka seslenirken bir dilbilgisi yanlışı yapmış. Biri kendisini uyarınca da şu karşılığı vermiş:
– Ben imparatorum, dilbilgisine de hükmederim!

GRAM GRAM ‘EPİGRAM’

Vergilerimizinden
Bin lira yardım isteyen
Ferrari’li bilge!
Seni mi kıracağız;
Aday ol ilk seçimde!