Afganistan’ı işgal eden kadın düşmanı köktendinci Taliban’dan bir heyet, geçen hafta Türkiye’nin çağrılısı olarak geldiği Ankara’da resmî görüşmeler yaptı, biliyorsunuz.
Aynı günlerde sosyal medyamızda, Aziz Sancar imzasıyla şu ileti paylaşıldı:
“Kızlar okuyun. Okumazsanız kolunuza takılan üç bilezik, kocanızın ömür boyu ödeyeceği salon takımıyla övünen, çeyizi dünyadaki en değerli eşya sanan bireyler olursunuz. Dışarıda nehir gibi akan bir hayat varken siz o nehirdeki sabit kaya gibi sürekli aynı kalırsınız. Türk ulusunun en büyük yanlışı, Arap kültürünü din zannetmesidir.”
İletinin, Nobel ödüllü bilim insanımız Aziz Sancar’a ait olmadığını öne sürenler oldu ama öyle ya da değil, içeriğindeki gerçeklik su götürmez.
Taliban, boşuna kadın düşmanlığı yapmıyor. Kadının; toplumun iyiye, doğruya, güzele ilerlemesini sağlayabilecek en önemli güç olduğunun ayırdında.
Taliban sözcüsü Zabihullah Mücahit’in, 24 Ağustos 2021günü başkent Kâbil’de düzenlediği basın toplantısındaki tüyler ürpertici sözlerini anımsayalım:
“Kadınlar evde kalmalı, en azından şimdilik. Neden mi? Çünkü militanlarımız onlara zarar vermemek için eğitilmediler.”
Köktendinci cemaate (?), evinin dışında gördüğünüz her kadına dilediğinizi yapabilirsiniz, anlamında ‘icazet’ verir gibi…
KİTLESEL NARKOZ
İslamiyet; başta bizim Diyanet İşleri Başkanı (bkz. 6 Eylül 2021 tarihli konuşması) olmak üzere kimilerinin yorumuna göre, ‘yaşamın her alanına müdahale etmeli’.
Bu isteğin, yukarıdaki iletide geçen “Türk ulusunun en büyük yanlışı” olarak “Arap kültürünü din sanmasından” mı kaynaklandığı, yoksa kutsal kitabın zorunlu kıldığı bir durum (farz) mu olduğu, din bilginlerinin tartışma konusu.
Ama, dünya egemenlerinin her gereksinim duyduklarında tepe tepe kullandıkları dinden, kimi zaman bir tür ‘kitlesel narkoz’ amacıyla yararlandıkları, çoğunlukla da ruhban sınıfına dini, kendi emellerine hizmet edecek biçimde yorumlattıkları gerçek.
Uruguaylı gazeteci / yazar Eduardo Galeano (1940 – 2015), “Latin Amerika’nın Kesik Damarları” adlı ünlü kitabında (Sel Yayınları) konuya ilişkin birbirinden çarpıcı örneklere yer verir. Zaman ve zemin değişikliğiyle günümüzdeki koşutluklar, Mehmet Akif Ersoy’un “Tarihi ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar; / Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?” dizelerini fena hâlde çağrıştırıyor:
RAHİP MAAŞI KOKAİNDEN…
* “(Meksika’daki) Toprakların ve sermayenin yarısı, kilisenin elinde. (…) Kilise hiyerarşisi de elinde toplanan parayı yine aynı doğrultuda (büyük toprak alımında ya da ipotek karşılığı faize yatırarak) kullanmaktaydı. Halk çocuklarını bir anda prens hayatına kavuşturan saraylar ve tantanalı tapınaklar, yağmur sonrasında mantarlar gibi fışkırıyordu.” (sayfa 52 -53)
* “Devrin (18. yüzyıl) resmî yazışmalarından, bölgede (Brezilya) ‘düzenbaz papazların’ kol gezdiğini öğreniyoruz. Bu papazlar, tahtadan yapılmış aziz heykelciklerinin içine altın doldurup dokunulmazlıklarından yararlanarak altın kaçakçılığı yapmakla suçlanıyorlardı. (…) Altı yıl sonra krallık duruma el koydu ve maden bölgesine herhangi bir tarikatın yerleşmesi yasaklandı.” (sayfa 80)
* Latin Amerika’da, günümüzde uyuşturucudan beslenen Taliban’ın (din farkıyla) tarihsel öncülleri yaşıyordu:
“(Bolivya’da) Potosi’ye yılda bir milyon koka yaprağı giriyordu. Kilise bu narkotikten vergi alıyordu. (…) Cusco’daki (Peru) piskoposluk ve rahiplik gelirlerinin büyük bölümü, koka üzerinden alınan vergiden oluşuyordu.” (sayfa 73)
ULEMA: ‘KANALA HAYIR’
* “Sucre’deki Meryem Ana heykelciğinin mücevherleriyle Bolivya’nın tüm dış borçlarının ödenebileceği ileri sürülmektedir.” (sayfa 59)
* “(Latin Amerika işgalcisi / yağmacısı) İspanya’ya, 16. yüzyıl ortasına doğru yayımlanan bir kararnameyle kitap ithalatı ve İspanyol gençlerin ülke dışında öğrenim görmesi yasaklanmıştır. (…) Aynı çağda dokuz bin manastır vardır İspanya’da ve rahip sayısı neredeyse silahşor sayısı kadar hızla artmaktadır. Dış ticaret, 160 bin yabancının elindedir ve ülkeyi ekonomik güçsüzlüğe mahkûm eden, aristokrasinin savurganlığıdır.” (sayfa 47)
* Ve aynı İspanya’da, Kral IV. Felipe döneminde (1621 – 1665) bizim ‘İstanbul Kanalı’ benzeri bir tartışma yaşanıyordu. Sonuç, bizler için şaşırtıcı:
“Manzanares ve Tajo ırmakları arasında açılacak bir kanal projesini incelemek üzere ilahiyatçılardan kurulu bir kongre toplanmış ve ‘şayet Tanrı, ırmaklarda gemilerin işlemesini istemiş olsa onları zaten birbirine bağlı yaratmış olacağı’ kararına varmıştı.” (sayfa 48)
Eduardo Galeano’nun bu başyapıtından, egemenlerin tarihsel “Rabbena hep bana” örneklerini aktarmayı haftaya sürdüreceğiz.
DİL YANLIŞLARIMIZ
Son haftalarda ülke genelinde hava, soğuk ve yağmurlu. Dolayısıyla da tv haber bültenlerinde çok sık rastladığımız bir anlatım:
“Bodrum katlarını su bastı.”
Birçok haber sunucusu, “bodrum” derken ilk heceyi vurguluyor. Bir yapının yol düzeyinden aşağıda kalan bölümü, anlamındaki Rumca kökenli sözcük sesletilirken ikinci hece vurgulanır. İlk heceyi vurgularsanız Muğla’nın ilçesi Bodrum’dan söz etmiş olursunuz.
* İstanbul Büyükşehir Belediyesinden (İBB) bir yetkili, 15 Haziran 2021 günü konuk edildiği tv izlencesinde, İstanbul’daki olası bir yatırımdan söz ederken şu soruyu sordu:
— Bu işin ‘mali portresi’ ne olacak?
“Portre”; (Fr. portrait) insan resmi, demek.
Bir iş için gereken para tutarı, anlamındaki ekonomi terimi ise onun bir ‘r’ harfi eksiğiyle “porte” (Fr. portée).
TEK KİŞİLİK KURUL (!)
* Bir başka Fransızca kökenli sözcük olan “jüri”nin medyamızdaki kullanımı da sorunlu.
Sahne adı “Huysuz Virjin” olan Seyfi Dursunoğlu’nun (1932 – 2020) anıldığı bir tv izlencesinde, sanatçının menajerliğini yapmış olan bir kişi, şu tümceyi kurdu:
— Seyfi Dursunoğlu, bir yarışmada jüri oldu.
“Jüri” (Fr. jury) seçili kurul, demek.
Tek kişilik kurul olamayacağına göre, rahmetlik sanatçı “jüri üyesi” olmuştur.
Bu arada “jüri heyeti” demek de yanlış. Çünkü “heyet” zaten öz Türkçe “kurul” sözcüğünün Arapça kökenlisi; yabancı sözcük kullanmakta ısrarlıysak “jüri” dememiz yeterli.
* Açık Radyo‘da bir izlence adı: “Diğerkâm”. Böylesine nitelikli yayımcılık yapılan bir radyo kanalına, öz Türkçe öncülüğü yakışır. Farsça eskimiş “diğerkâm” yerine; “bencil” karşıtı çok güzel bir sözcük olan “özgecil” (kendi yararını gözetmeden başkalarına yararlı olmaya çalışan kimse) demelerini yeğlerdik… Toplumuzda eksikliğini çok duyumsadığımız bir kişilik özelliğini anımsamak ve anımsatmak üzere.
GRAM GRAM ‘EPİGRAM’
“Helada sakız çiğnemek… / Günah mıdır?” diye sordu / Nasrettin Hoca’ya softa (*) / Kahkahayla yanıtladı, Hoca: / “Günah değildir de… / Bir şey yiyorsun sanabilir, / Seni bir gören olursa!..”
(*) Softa: (mecaz) Bir görüşe, bir inanışa körü körüne bağlanan kimse.