‘Karşıtlıkların iç içe geçtiği ifadeleri, durumları’ anlatan “oksimoron” (Fr. oxymoron) kavramının, dilimizde tam karşılığı yok.
Sözcüğün kökeni; Eski Yunanca ‘sivri, keskin’ demek olan “oksys” ile ‘aptal’ anlamındaki “moros”.
Örneğin, birbiriyle taban tabana zıt anlamlı iki sözcükten oluşan “yaşayan ölü” tamlaması, bir oksimoron.
Türkçe tek sözcüklü karşılığı yok ama biz, “oksimoron”u dibine dek yaşayan bir toplumuz.
‘BİN YILIN’ SERGİSİ VE…
* 17 yıl önce bugün (19 Ocak 2005) Londra’daki Kraliyet Sanat Akademisinde, görkemli bir sergi açıldı; “Türkler: Bin Yılın Yolculuğu 600-1600”. Sanatsever iş insanı Ömer Koç’un öncülüğünde açılan sergide; Uygur Türklerinden Selçuklulara, Timurlulardan Osmanlılara ait 370 Türk sanat yapıtı görücüye çıkarıldı. Yapıtlar arasında Mevlana’nın Divan’ı, çok özel Kuranıkerim örnekleri de vardı. Başta, dönemin İngiliz Kültür Bakanı Tessa Jowell ve Independent gazetesi köşe yazarı Philip Hensher olmak üzere İngilizler, ‘kültürel varsıllığımızı’ bol bol övdüler.
* Serginin açıldığı gün ülkemizde, ‘kültürel bir oksimoron’ yaşandı. Türkiye Selüloz ve Kâğıt Fabrikaları (SEKA) kapatıldı. Bunun simgesel bir anlamı vardı; SEKA, Atatürk Cumhuriyeti’nin ilk sanayi tesisiydi. Şirketin İzmit fabrikası 1934’te kurulmuş, onu ülkenin dört bir yanındaki dokuz kâğıt fabrikasının yapımı izlemişti. 1936’dan 19 Ocak 2005’e değin, ülkemizde kâğıdın hammaddesi selülozla birlikte kitap ve gazete kâğıdı dâhil hemen her türlü kâğıt, karton, bu kamu kuruluşunda çekirdekten yetiştirilen nitelikli Türk işgücü tarafından üretildi.
SATILIK ‘YAŞAM BİÇİMİ’
* Ardından, Ray Bradbury’nin ünlü distopik bilimkurgu romanı “Fahrenheit 451”, basılışından 29 yıl sonra Türkiye’de gerçeğe dönüştü. 12 Eylül 1980 Darbesi‘nin ardından, SEKA’nın İzmit fabrikasında 39 ton kitap, gazete ve dergi yakıldı.
* Bu yabanıllığı, Özal’ın başlattığı özelleştirme süreci ayıbı izledi. Kâğıt üretiminde ağırlığın özel sektöre kaydırılmasına başlandı, bu alanda da dışalımcılar özendirildi.
* AKP’nin iktidarı devraldığı 2002’den bir yıl sonra SEKA Balıkesir fabrikası, ‘değerinin ellide biri’ fiyatla satıldı. Arkası çorap söküğü gibi geldi; öteki kâğıt fabrikalarımızın satışı birbirini kovaladı ve 19 Ocak 2005’te SEKA’nın kapısına kilit vuruldu.
* Türkiye, o gün bu gündür gereksinimi olan kâğıt hamuru ve selülozun tamamını, kâğıdın da önemli bir bölümünü dışalımla karşılamaya çalışıyor. Türk Lirası’nın ABD Doları karşısında aşırı değer yitirmesiyle de kitap ve gazete maliyetlerinde yüzde 100’e varan artışlar yaşanıyor. Okul kitaplarının dışında kitap basımı, görülmedik ölçüde geriledi.
Alın size kültür!
* SEKA’nın yürek yakan öyküsünü inceleyen Dr. Murat Özveri (*), ‘zamanın ruhunu’ yansıtan şu saptamayı yaptı: “SEKA aynı zamanda okulu, kreşi, sinema – tiyatro salonları, spor kulüpleri ile bir yaşam biçiminin taşıyıcısıydı. Örneğin, Türkiye’nin ilk kadın kürek takımı SEKA’da kurulmuştu.”
Cumhuriyetimizin yüzakı bu kamu kuruluşu; öğrenci yurtlarında dinsel yaşam dayatmalarına daha fazla dayanamayıp canına kıyan Enes Kara gibi ‘kurban çocuklarımızı’ barındıran tarikat – cemaat bağlantılı bir yapı olsa veya o duruma getirilebilse belki de kapatılmayacaktı.
‘TÜRKÇE ÖLDÜ’ ÖDÜLÜ!..
* Yine, İngiliz Independent gazetesi; “Türkler: Bin Yılın Yolculuğu 600-1600” sergi günlerindeki bir haberinde, “Türkleri bir araya getirenin, konuşulan ortak dil” olduğunu vurguluyor, “Türk kültürünün, değişik ırklar gibi değişik dinleri de kucakladığını” belirtiyordu.
* En az 2005’ten beri ülkemizde, ‘konuşulan ortak dilin’ Arapça olmasına resmen çalışılıyor. Temel Eğitimden Ortaöğretime Geçiş (TEOG) adı altında öğrenciler, yıllardır kendilerinin ve ailelerinin isteği dışında imam hatip okullarına yönlendirildi. Düz liselere de imam hatip sınıfları açılarak “eğitimde birlik” (tevhiditedrisat) dümdüz edildi. Eğer ille de verilecekse kesinlikle 11 yaşından büyüklere verilmesi gereken Kuran kursları, 4-6 yaş arasındaki bebelere veriliyor. Bakanlığın kimi temel görevlerinin, tarikat ve cemaat vakıflarına ‘resmen’ yaptırılması cabası!
* Son olarak Millî Eğitim Bakan Yardımcılığına Nazif Yılmaz’ın atanması, bu konudaki kaygıları büsbütün artırdı. Yılmaz, Millî Eğitim Bakanlığı Din Öğretimi Genel Müdürlüğü görevinde bulunduğu 2014 yılı Eylül’ünde şöyle buyurmuştu: “Arapça öğretilirken (…) öğrenciler, öğretmenleri ile ancak Arapça diyalog kurabileceklerdir. Öğrenci, teneffüslerde öğretmeni ile ancak Arapça konuşabilir. Ya konuşur ya da yanında tercüman getirir. ”
Yılmaz, konuya ilişkin bildirisine, özlemini yansıtan bir de başlık atmıştı: “Türkçe öldü”.
Bu saptama (!) ve buyruğun anlamı şudur: Artık, ana diliniz Türkçeyle değil; Arapça sözcüklerle yani Araplar gibi düşüneceksiniz!
EN DEĞERLİ VARLIĞIMIZ
* Dili, bir ulusun en değerli varlığıdır; çünkü, bireylerini kültürel dokuyla birbirine kenetler. O kültür, yüzyılların ortak sevinçleri, coşkuları, acıları, gelenek görenekleriyle yoğrulmuş bir ortak geçmişin harmanıdır.
* Bir ülkeyi bölüp parçalamak isteyenler, ilk iş olarak o ülkenin ulusal dilini bozup yok etmeye çalışırlar ki halkı kitaplarına, türkülerine, şarkılarına, masallarına, oyunlarına… onu o yapan kültürel kimliğine yabancılaştırabilsinler.
* Türklük; kanıyla , kafatasıyla belirlenen bir ırk kimliği değil, hâlen yürürlükteki Anayasamızda da tanımlandığı üzere “Türk devletine yurttaşlık bağıyla bağlı olmak” ve de “Türkçe konuşmaktır”.
Adı üstünde, “millî eğitim” görevini üstlenmiş üst düzey devlet insanlarının, Türk kaşığıyla Arap aşı yedirme ‘oksimoronluğu’ bu halka sökmez, sökmeyecektir.
Olan, arada yitip giden kuşaklarımıza oluyor.
DİL YANLIŞLARIMIZ
Medyamızda, yabancı kişi adlarının yazım ve sesletimi, öteden beri sorunlu.
Beşiktaş’ın Cezayirli futbolcusunun, spor sayfalarında “Rachid Ghezza” diye yazıldığını görüyoruz.
Türkçede kuraldır; Latin Abecesi dışındaki abeceleri kullanan ülkelere ait özel adlar, Türkçe okunuşuna göre yazılır; Konfüçyüs, Çaykovski, Necip Mahfuz…
Cezayir’de Berberi Abecesi kullanıldığı için söz konusu futbolcunun adını, okunduğu gibi yazmalıyız:
“Raşit Gezza”
Aynı dil yanlışına, geçen yıl Afganistan’da öldürülen Pulitzer ödüllü Hint gazetecinin adının yazımında da rastlıyoruz:
Danish Siddiqui
Hindistan’da, Arapça ve Farsça’nın etkilerini taşıyan Devanagari Abecesi kullanılıyor. O nedenle de söz konusu gazetecinin adıyla soyadının doğru yazım ve sesletimi şöyle olmalı:
“Daniş Sıddıki”
Kaldı ki “Daniş (ilk hecesi uzun okunur); bilim, bilgi” anlamlarında Türkçeleşmiş bir erkek adıdır.
GRAM GRAM ‘EPİGRAM’
Din kılıfını önceden biçip de
Erkek hukukuna giydiren kafa;
Kadına şiddet kesmiyor mu seni?
Son göz diktiğin, üç kuruş nafaka.
(*) Dr. Murat Özveri; Evrensel gazetesi, 29 Ağustos 2018