İnsan her gün yeni bir şey öğreniyor.
Biz, Diyanet İşleri Başkanı’nın, “Kuran’la beraber olmayan çocuklar şeytanla beraber olur.” sözünü tartışaduralım…
Batılı bilim insanları, Stanford Üniversitesi’nden William F. Fry’ın “gelotoloji” çalışmalarını geliştirmek için gecelerini gündüze katıyorlarmış.
“Gelotoloji”; gülümsememizin ve kahkaha atmamızın, ruhsal / bedensel yapımız üzerindeki etkilerini inceleyen bir bilim dalı.
Öte yandan çoğu dinin -ve doğal (!) olarak köktendinciliğin- ‘gülmeye karşı’ olduğu biliniyor.
KAHKAHA ‘MEKRUH’ MU?
İsrail Krallığı’nın üçüncü hükümdarı Süleyman –Kuran’da “nebi” (kitap getirmemiş peygamber) ; Hristiyanlıkta da ‘yasa koyucu kral’ (kanuni) olarak geçen- şöyle demiş:
– Neşe yararsızdır. Gülmek ise delilik…
İnciller de İsa’nın hiç gülmediğini öne sürüyor. Gülmek, Hristiyanlıkta ancak 12’inci yüzyılın sonlarına doğru günah sayılmaktan çıkmış; Aziz Francesko’nun, İtalya’nın Assisi kentinde 1181 ya da 1182’de ‘yüzünde gülümsemeyle doğduğuna’ inanılan gün.
Kuran‘da ise gülümsemek, güler yüzlü olmak, bildiğimiz kadarıyla övülüyor. Ancak, doğruluğu tartışmalı kimi hadisler hakkındaki yorumlarda (tefsir), kahkaha atmanın “mekruh” (iğrenç, tiksinti verici) olduğu vurgulanıyor!
GÜLMEK, ZAYIFLATIYOR
Bilimin dinle çelişkisinin geçmişi, herhâlde bilim tarihiyle aynı. Yine bu çerçevede “gülmek”de William F. Fry’dan başlayarak insan için bir sağaltım (tedavi) yöntemi olarak gelişiyor.
Araştırmacılara göre, olabildiğince sık ve içtenlikle gülmek; bedenimizin hastalıklarla savaşımını kolaylaştırıyor. Çünkü, kortizol düzeyimizi düşürüp ruhsal gerginliğimizi(stress) azaltıyor.
Söz konusu bilimsel incelemeler, çocukların, yetişkinlerden üç kat daha fazla gülme eğiliminde olduklarını ortaya koymuş (1). Elbette, ileri Batı ülkelerinde doğup büyüyen şanslı çocukların…
Türk toplumunda çocuk olmak ise artık tecavüzlerle, tacizlerle neredeyse özdeşleşen dinî vakıfların, tarikat tuzaklarının hâttâ giderek başlı başına bir cahillik nedeni olmaya başlayan ulusal (?) eğitimin, geçim koşulları ağırlaşınca bozulan aile düzenlerinin içinde prangalı tutsaklık anlamına geliyor.
Aynı şekilde, bizde kol gezen şiddetten en çok kadınlarımız pay alırken onların Batılı hemcinsleri, erkeklerden daha çok gülme gizilgücüne (potansiyel) sahiplermiş.
İşin içine, bizdeki yasakçı yaklaşımlar eklenince bu gidişle daha da somurtkan bir toplum olmamız kaçınılmaz görünüyor.
Nasrettin Hoca’nın torunları olmak bizim için bir övünç kaynağıyken giderek gülmecenin anlamını bile unutuyor gibiyiz.
SIRA “STAND – UP”ÇIDA
Humor (gülmece), espri (ince söz, nükte) evrensel kavramlar.
Rahmetlik komedyen Sadri Alışık şunu söylerdi:
– Sanatçı büyüklerimiz bizi, ‘Espri hapşırık gibidir; gelince patlatacaksın. İçinde tutarsan gelmemeye başlar!’ diye uyarırlardı.
Eskiler ayrıca “Her kahkaha, bir kalem pirzola gibidir.” derlerdi.
Ama şimdilerde hem ulaşılmaz hem de iyice tadı kaçmış -belki ulaşamadığımız için murdar dediğimiz- pirzolayı, Tv’deki sulu zırtlak sitcom’lar gibi dışarıdan alıyoruz.
İçeride ise korku dağları bekliyor; hoşgörüsüzlük o boyutta ki herkes ‘zevahire dokunur’korkusuyla ya konuşmuyor ya da karnından konuşuyor!
Gülmece dergilerimizde, siyasal gülmece yok.
Tiyatrocularımız haklı bir ürkeklik içinde.
Son olarak geleneksel “meddah” tipinin çağdaş sürümü olan “stand – up”çılık için de tehlike çanları çalacak gibi. “Sorularla İslamiyet” başlıklı bir web sitesinde görüp dehşete düştüğünüz aşağıdaki satırlardan, kimilerinin vazife çıkarmalarından korkarız:
“… Katıla katıla gülmek, güldürmeyi meslek edinerek bunun için saatlerce program yapmak gibi aşırı tavırlar (dinimizce) uygun değildir.”
LATİFE, LATİF GEREK
Sanırız bütün bunlara bağlı olarak gülmece yeteneğimizde de ciddi bir gerileme oldu. Latifelerimiz (şaka), latif (hoş) olma özelliğini yitirdi sanki.
Örneğin, bir Nasrettin Hoca fıkrasının eski sürümü şöyleydi:
Bizimkine sormuşlar:
– Hocam, helada sakız çiğnemek günah mıdır?
– Günah değildir ama gören olursa bir şey yediğini zanneder!
Helada yenmesi olası şeyin ne olduğunu yeni kuşaklar anlayamıyor, dolayısıyla da fıkranın bu sürümüne gülmüyorlar. Onları güldürmek için “bir şey” yerine, (affınıza sığınarak belirtelim ki) illa açık açık “b.k” demek gerekiyor.
Pek çok yönden eleştirdiğimiz ancak “humor” anlayışı sağlam Süleyman Demirel,verdiğimiz bu örneği duysa -gençler kusura bakmasınlar- şöyle derdi:
– Lafın tamamı, aptala söylenir.
ÜST DÜZEY MİZAH ÖRNEĞİ
Gülmece açısından son derece kıraç kültür / sanat ortamımızda, bu satırların yazarını güldürebilen bir Tv dizisi var; Digiturk kanallarından “beIN MOVIES TURK”te hafta içi her gün yayımlanan “Leyla ile Mecnun”.
Gerçi, 2012 yılında çekilmiş (ve daha önce TRT’de yayımlanmış) olduğu için mizah aynasına yansıttığı günler görece eskide kaldı. Ama, örneğin şu şaka, bizim ekran karşısında kahkaha atmamıza yetti. Dizinin bir bölümünde Mecnun (Ali Atay), İsmail’e (Serkan Keskin) şöyle diyordu:
– Bana hakaret et, bunu hak ettim.
– Sarkozi!..
– Çok ağır oldu.
Dizinin başarısı, deneysel sinemanın usta adı Onur Ünlü’nün genel yönetmeni, Burak Aksak’ın de senaristi olmasından kaynaklanıyor. Ak sakallı dede (Köksal Engür) aracılığıyla zaman / mekân geçişleri; Gotik kızkardeşler (Neslihan Aker – Nalan Kuruçim) gibi sıra dışı tiplemeler; bir bölümde “Leyla ile Mecnun” mesnevisinin şairi Fuzuli‘nin canlandırılması; romantik hırsıza (Osman Sonant) “Yavuz” adının verilmesi; mahalle bakkalının (Cengiz Bozkurt) vitrinindeki “Veresiye Olur” yazısı…
Halkamızın esprisini, düşlem gücünü geliştirmesine; toplumun yapı taşlarının, sorgulayan bireyler katına yükselmesine karınca kararınca bile olsa katkı sunan kültür / sanat insanlarımızı ve onların yaratılarını, ürünlerini başımıza taç etmeliyiz.
Belki böylece çalınan espri anlayışımızı da geri alma umudumuz doğar.
GRAM GRAM ‘EPİGRAM’
Sarı yeleğim sarı
Macron sen bilin gari!..
1) Sonnur Öztürk, Türkiye Zekâ Vakfı