Marta girdik.
İlkyazın ilk ayı.
Doğa; İstanbul’da yeni mevsimi, beyaz ipek geceliğini giyip gezintiye çıkmış gizemli orman perisi ‘dolunay’la karşıladı.
Ak pak inci güzelliğini, akşam Beykoz Ormanları’nın üstünden gösterdi önce dolunay. Gece boyu Boğaziçi’nin lacivert sularında yıkandı, kristal aynasında tarandı, sabah da Belgrad Ormanı’nın serin koynunda gündelik dinlencesine çekildi.
İstanbul şairi Yahya Kemal’in, sevdiceğine “Nazar” değdirmesinden korktuğu da bir dolunaydı:
“Gece, Leyla’yı ayın on dördü / Koyda tenha yıkanırken gördü…”
Oysa, biz bu satırları yazarken şubatın sonundayız.
Ay’ın, Güneş’e göre Dünya’nın (1) ters tarafında kaldığı zamanki evresiymiş, dolunay.
(Yoksa ‘Haberin olsun, biz Türkler geliyoruz’u duyunca gökyüzünde de şaşkınlık yaşanıp ‘dizilim’ değişti mi?..)
.
.
Ay’ın ‘çekiciliği’, salt orman perisi güzelliğinden gelmiyor; yerçekiminin sekizde biri oranındaki çekim gücüyle Ay, uydusu olduğu Dünya’nın dönüşünü yavaşlatıcı ‘fren’ işlevi görüyormuş.
Bu çekimin, ruhsal durumumuzu da etkilediğine -sağlam bilimsel kanıtlara dayanmamasına karşın- inanılıyor.
Ay’a, Batı dillerinde “luna”; gülerken birden ağlamaya başlayan ya da tam tersi, ağlarken aniden gülmeye geçen insana, “lunatik kişilik” deniliyor.
Dolunay zamanı kurda dönüşen düşlemsel (fantastik) ‘kurt adam’ filmlerinin yanı sıra, bizim Necati Cumalı’nın (1921 – 2001) “Ay Büyürken Uyuyamam” (Cumhuriyet Kitap) adlı bir öykü kitabı var. Anadolu’da evliliği ve kadının cinsel yaşamını, nesnel (objektif) bakış açısıyla yansıtan değerli bir yapıt…
.
Mart ayı, adını Roma mitolojisindeki savaş tanrısı Mars’tan alıyormuş ama sanki daha çok dişil, doğurgan…
Ve galiba, yaygın kanının tersine, dünyanın dört bucağındaki birçok kadın gibi direngen de (inatçı).
Komşu bahçedeki “bahar dalı çiçeği”, (chaenomeles japonica) vakitsiz açıp iki kar yağışı geçirdiği, eksi dokuz derecelik soğukları gördüğü hâlde, hâlâ kan kırmızı gülümsüyor.
Dünya kadın hakları, savaş, köleliğe başkaldırı… tarihine geçen Afrikalı prenses Aqualtune’nin utku tebessümüyle…
Aqualtune kim? derseniz…
1665’te Portekizliler, Afrika’dan bir grup insanı kaçırır. Amerika kıtasına götürülen kölelerin arasında, Kongo Kralı’nın kızı Prenses Aqualtune de vardır. İnsan kaçakçılarının bilmediği, onun yalnızca bir prenses değil, üst düzey askerî eğitim almış bir general olduğudur. Aqualtune’yi, götürüldüğü Brezilya’da, güzel olduğu için ‘üreme kölesi’ olarak satın alan ‘sahipler’ de bu gerçekten habersizdirler.
Ama, ‘neye bulaştıklarını’ anlamakta gecikmezler. Aqualtune, kapatıldığı şeker kamışı çiftliğinde örgütlediği hemcinsleriyle birlikte, firarî kölelerin ve sürgünlerin kasabası Palmeras’a kaçar. Burada küçük ölçekte bir bir ordu kurar ve yirmiyi aşkın Portekiz saldırısını püskürtür.
Aqualtune egemenlik alanını genişlettiğinde, bölge bir özgürlükler ülkesi hâline gelmiştir; herkesin kendi dilini konuşabildiği, kendi dinine göre tapınabildiği…
Aqualtune’nin ölüm tarihi bilinmiyor. Ama, insanlık düşmanı sömürgeci Batı’nın bu ‘kurtarılmış bölge’yi 1677’de yakıp yıktığı biliniyor.
.
‘TAHIL AMBARI’ KAFALAR!
.
Afrikalı Prenses’in; önümüzdeki hafta başında kutlanacak 8 Mart Dünya Kadınlar Günü için neden ‘simge ad’ olarak seçilmediğini anlamak güç.
Acaba, siyahî olduğundan mı?
Aslında, Aqualtune’nin yaşadığı yüzyılda ve topraklarda, siyahî olmak kadına üstünlük sağlıyordu. O kadınlar; kıvır kıvır, gür saçlarının altında çok değerli şeyler saklıyorlardı; buğday, arpa, mısır tohumlarını. Eduardo Galeano’nun anlatımıyla (2):
“Köleci güçler yakınlarda dolaştığında, özgürleşmiş köleler gür saçlı Afrikalı kafalarını tohumla dolduruyorlardı. Bir anda koşarak kaçmak gerekebilir diye, kafalarını Amerika kıtasının diğer bölgelerindeki gibi bir tahıl ambarına dönüştürüyorlardı.”
[Günümüzde kendi çiftçimize ‘yerli tohum’ kullanımını yasaklayan ve olmayan dövizlerimizi ‘hibrit (melez) tohum’ dışalımına oluk oluk akıtanlar, bu tarihsel bilgiden etkilenirler mi?]
SÖMÜRÜDE SON NOKTA
1970’lerde dünyada “Afro saç” modasının, özellikle Hippiler, (Çiçek Çocuklar) arasında yaygın olduğunu anımsıyoruz.
2000’li yıllarda ise kapitalizm; Afrikalı kadınlara ‘kıvır kıvır ve gür saçlarını düzleştirme, siyah derilerini de beyazlaştırma’ çağrısı yapıyor.
Bu amaçla dev bir sektör oluşturmuşlar. Dinin de alet edildiği yarışta, komünist / kapitalist Çin öne geçmiş. Saç tacirleri; Hinduların, ruhlarını arındırmak için kafalarını kazıttıkları Hindistan tapınaklarındaki keşişlerle anlaşma yapıyorlarmış. Bu yolla elde ettikleri yumuşak, düz saçlar, Çin’de işlem gördükten sonra siyahîlere satılıyormuş. Herhâlde, Galeano’nun deyişiyle Afrikalı ‘tahıl ambarı kafalara’, yeni ürün (!) olarak ‘ekilmek’ üzere…
Müzisyen Michael Jackson’ın bir zamanlar yaptığı gibi, siyah derisini beyazlaştırmak isteyenlere de çok özel kremler pazarlanıyormuş. Cıva ve hidrokinon gibi sağlığa zararlı kimyasal maddeler içerdiği için Dünya Sağlık Örgütü‘nce (DSÖ) yasaklandığı hâlde öylesine ilgi görüyormuş ki örneğin, Mali ve Senegal’de her dört kadından biri, cildini beyazlatmak için bu kremleri kullanıyormuş.
Peki, kabahat onlarda mı?
Elbet onlarda değil; ‘siyah inciler’i; ‘gizemli orman perisi’ güzelliğine sahip olmadıklarına inandıran, böylece kendi ilkel ‘ırk ayrımcılığı’nı bile utanmadan paraya çevirebilen dünya sömürgenlerinde.
Kadına yönelik her türlü sömürü, şiddet ve haksızlık düzenlerini er geç yine kadınların, çağdaş Aqualtune’lerin ortadan kaldıracaklarına inanıyoruz.
Ve tüm kadınların, 8 Mart Dünya Kadınlar Gününü şimdiden kutluyoruz.
DİL YANLIŞLARIMIZ
Önceki hafta, 13 terör şehidimiz hakkındaki tv izlencelerinde yapılan ortak dil yanlışı:
“PKK, rehin tuttuğu 13 kişiyi ‘infaz’ etti.”
Arapça kökenli “infaz” (T. yürütüm), bilindiği gibi bir hukuk terimidir. ‘Yargı kararının uygulanması’ anlamına gelir. Terör örgütüyse bir yargı organı değildir.
Yine tv’lerde sürekli yayımlanan bir ilaç reklamından:
“… çocuklar için ‘formülize’ edilmiştir.”
Formül (Fr. formule); genel bir olguyu, bir kuralı veya ilkeyi açıklayan simgeler takımı, demek.
Bu addan yapılan yardımcı eylemli bileşik eylem de “formüle etmek”tir; bir düşünceye anlatım biçimi vermek, anlamında.
Formülize etmek, diye bir eylem ise yok.
Her gün kerelerce yayımlanan bir reklam sloganını yazanların, bir sözlüğe bakma sorumluluğundan bile uzak olmaları ne acı.
GRAM GRAM ‘EPİGRAM’
Yıl: Bin dokuz yüz otuz beşti
Biri Urfa mebusu sekiz kişi
Ata’ya suikast hazırlığına girişti
Yargılandılar, sekizi de beraat etti;
Yeterli kanıt bulunamamıştı.
Ata’ya sordular: “Ne yapacağız?”
İkirciksiz yanıtladı: “Hiçbir şey!”
Ülkeye hâkim Tek Adam’dı O,
Partiye yargıç devşirmemişti.
1) Ay, Dünya, Güneş… birer coğrafya terimi olarak kullanıldığı zaman ilk harfi büyük olarak yazılır ve eklerinden kesme imiyle (‘) ayrılır.
2) Eduardo Galeano; “Ve Günler Yürümeye Başladı”, çev. Süleyman Doğru, Sel Yayıncılık, 4. baskı, sayfa 79
(Bitti)