ÇOCUKLARIN DÜNYASINDA

Sinemada “Yeni Dalga” akımının öncü yönetmenlerinden François Truffaut’nun “400 Darbe”adlı bir filmi vardır. 1959 yapımı filmde Truffaut (1932 – 1984), alkolik bir anne ile kötü üvey babanın mutsuz ettiği 13 yaşındaki bir çocuğun ‘birey olma savaşımını’, büyüleyici bir sinema diliyle anlatır. Filmde, kukla oyunu izlemekte olan bir salon dolusu küçük çocuğun kuklalarla nasıl özdeşleştiğini gösteren beden dillerini yansıttığı sahne unutulmaz.

Yönetmen Kieslowski (1941 – 1996) de “Veronique’in İkili Yaşamı” (1991 yapımı) filminde, sanırız Truffaut’ya gönderme yaparak bu kez çok hoş bir müzik eşliğinde oynatılan porselen kuklaları izleyen çocuk yüzlerini, yarı saydam porselen donukluğuyla yansıtıp sanki kutsallaştırır.

Çocuklar, gerçekten de yaşam sahnemizin üzerine titrenesi, paha biçilmez porselenleri gibidir:

Doğa; siyah, beyaz ya da uçuk sarı renkli, yarı saydam bu en değerli kaolin hamurunu, biz büyüklerin eline bilinçsizce tutuşturmuş olamaz. Ona, bir sanatçı titizliğiyle en iyi formu, dahası en iyi ruhu kazandırmamızı istediğine hiç kuşku yok.

SALINCAKTA BİR KİŞİ

Sözü, geçenlerde yaşadığımız bir öykücüğe (anekdot) bağlayacağız.

Bir alışveriş merkezinin bir bölümü çocuk parkına dönüştürülen giriş katında soluklanmak için oturmuştuk. Kim bilir, belki de Truffaut ve Kieslowski çocuklarının bu kez serçe cıvıltılı çekimine kapılarak…

İliştiğimiz bankın hemen önündeki salıncağa, beş altı yaşlarında bir kız çocuğu bindi. Ayakları yere değmediği için kendi kendine sallanmayı başaramadı. Üç dört metre yakınındaki bankta oturmuş, cep telefonuyla meşgul babasına seslendi:

— Baba, beni sallar mısın?

Adam oralı olmadı. Kızcağız sesini yükselterek birkaç kez çağrısını yinelerken arkasında çocuklardan bir kuyruk oluştu. Adam hâlâ tınmayınca biz müdahale etmek zorunda kaldık. Kıza:

— Hemen arkanda bir abla var. Seni onun sallamasına izin verir misin? diye sorduk.

— Olmaz.

— Peki, benim sallamamı ister misin?

— Olur.

Göz ucuyla babaya bakarak durumdan rahatsız olup olmadığını anlamaya çalıştık. Adam, cep telefonuna kilitlenmişti. Küçüğü sallamaya koyulduk.

Kız çocukları duyarlı oluyor. Birkaç dakika sonra, yaşından beklenmeyecek bir ince düşünceyle:

— Yorulduğunuz zaman bırakabilirsiniz, dedi.

Ufaklığı birkaç dakika daha salladıktan sonra sırada bekleyen çocukların da salıncağı binebilmesi için bıraktık.

Küçük kız teşekkür etti.

Adamın gözü hâlâ cep telefonundan başka bir şey görmüyordu.

EBEVEYN OLMAK 

Arapça “-eyn” son eki, tekil sözcüklere ‘iki’ anlamı kazandırır:

“Bahr, bahir; deniz”; Basra Körfezi’nde bir ada ülkesi olan “Bahreyn; iki deniz arasında” anlamına gelir.

Ali Şir Nevai’nin ünlü kitabı “Muhakemet’ül Lügateyn” de ‘iki dilin karşılaştırılması’ demek.

(15. yüzyıl Çağatay bilgin ve şairi Ali Şir Nevai, özellikle şiirde dönemin özenti dili Farsçayı Türkçe ile karşılaştırır. Türkçenin; sözcüklerin anlam genişliği, fiil (eylem) ve hayvan adları çokluğu… gibi üstünlüklerini örnek göstererek Farsçadan daha varsıl bir dil olduğunu savunur. “Muhakemet’ül Lügateyn” ile Türkçenin şiir dili olarak da benimsenmesine önemli katkılar sağlar.)

“Ebeveyn” sözcüğü de bilindiği gibi ‘anne ile baba’ anlamında. Aslında “ebu, ebe; baba”, “ebeveyn” de ‘iki baba’… Kadının ne yazık ki esamisi okunmadığı için belki de. Ama, yukarıda aktardığımız çocuk parkı örneğinden de anlaşılacağı üzere, günümüz erkeklerinin en azından kimileri için ‘tek baba’ olmak bile, yerine getirilmesi çok zor bir sorumluluk.

DİL YANLIŞLARIMIZ

Ünlü fikir gazetemizin 6 Ocak 2020 günkü çapraz bulmaca sorularından biri:

“Müjdeli haber”

Farsça kökenli “müjde”nin iki anlamı var:

1- Sevindirici haber,

2- Sevindirici haberi getiren kişiye verilen bahşiş.

Yani “müjde” sözcüğü, birinci anlamıyla haber olma özelliğini de içerdiğinden “müjdeli haber” demek yanlış.

Aynı gazetenin ertesi günkü sayısında, çok değerli bir köşe yazarı, bir tarihsel olaydan söz ederken:

“Normandiya Çıkartması”, diye yazdı.

Oysa, ‘düşman kıyılarına gemi, bot vb. araçlarla asker indirme’ anlamındaki sözcük, bir ‘t’ harfi eksiğiyle “çıkarma”dır:

“Normandiya Çıkarması”

Çıkartma ise bilindiği gibi, yapıştırılıp çıkarılabilen etikete denir.

Yine bu gazetemizin 10 Ocak 2020 tarihli “Kültür” sayfasında yer verilen sinema haberinin giriş tümcesi:

“Bu yıl 92’ncisi düzenlenecek Oscar Ödül Töreni, geçen yıl olduğu gibi bu yılda sunucusuz yapılacak.”

Bir tümcenin içinde üç kez ‘yıl’ sözcüğünü kullanmak, haber yazım tekniği açısından sorunlu.

Daha önemlisi ise tümcedeki yazım (imla) yanlışı.

“… geçen yıl olduğu gibi bu yılda…” derken “da” ek değil, “dahi, bile” anlamlarında bağlaçtır. O yüzden de ayrı yazılır; “…bu yıl da…”

Bir fikir gazetesinin üstelik “Kültür” sayfasını hazırlamanın çok ciddi bir iş olduğu unutulmaya!

KARŞIN – KARŞI FARKI

Medya çalışanlarımızın pek çoğu, “karşın” ilgeci (edat) ile “karşı”yı birbirine karıştırıyor.

Bir tv kanalımız, 30 Ocak 2019 günkü ana haber bülteninde, bir havayolu şirketinin uçak yolcularına yiyecek- içecek ikramında kısıtlamaya gittiği haberini şöyle verdi:

— Artan maliyetlere ‘karşın’, kek çeşitleri ikramı kaldırıldı.

“Karşı” yerine “karşın”ın kullanılmasıyla ortaya çıkan gülünçlüğün ifadesi bu.

Çünkü, “karşın” ilgeci, Arapça kökenli “rağmen”in eş anlamlısı. “Bir şeyin gerekenin veya mantığın tersine olarak yapıldığını” anlatmak için kullanılır.

Haber, dil yanlışı yüzünden istenenin tam tersi şu anlama bürünmüş:

— Havayolu şirketi, maliyeti artan keklerin ikramını da artırmalıydı! Oysa ikramı kaldırdı.

HATA MI SANAT MI?

Yukarıda sözünü ettiğimiz fikir gazetemizde köşe yazıları yazan çok değerli bir akademisyen, aynı zamanda bir tv kanalında da gündelik olayları üstün başarıyla yorumluyor. Ne var ki ekranda, kimi konulara değinirken sık sık yinelediği şu sözle bizi elimizde olmadan güldürüyor:

— Ben bu konuyu yarın yazdım.

Sayın akademisyen, böyle derken dil yanlışına mı düşüyor yoksa “mecazı mürsel” (Fr. métonymie) mi yapıyor, emin değiliz.

Bir yazın (edebiyat) sanatı olan “mecazı mürsel”, genel anlamıyla “benzetme amacı güdülmeden ya da benzetme ilgisi bulunmaksızın, bir sözün başka bir söz yerine kullanılması” demek.

Örneğin, bir lokantaya girince şef garsona, “Mümkünse manzaralı bir masaya oturalım.” deriz. Oysa oturacağımız yer elbette masa değil, sandalyedir.

Aynı şekilde, “Sobayı yaktım.” tümcesi, “mecazı mürsel” yazın sanatını içermektedir. Çünkü aslında yaktığımız sobanın kendisi değil, içindeki odun, kömür vb. maddelerdir.

Sayın akademisyen de aslında tv’de, “Ben bu konuyu yarın yazdım.” derken kuşkusuz ertesi gün yayımlanacak gazetedeki köşe yazısını kastediyor. Ama, tv’de özellikle haber bültenlerini izlerken öylesine gergin anlar yaşıyoruz ki biraz gevşeyebilme umuduyla olsa gerek, mizaha sarılıveriyoruz:

— Ben bu konuyu yarın yazdım, dün de yazacağım!..

GRAM GRAM ‘EPİGRAM’

Selam, sevgi dolu olurdu hep çantası

Kahır taşıyor ahir zaman e-postacısı.