Oportünist siyasetçilerden her dönemde sıklıkla işittiğimiz bir söylem:
“Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz bu günlerde…”
Birlik ve beraberliğe tabii ki evet ama neyin, kimin, kimlerin ‘birliğine’?..
Geçen hafta, “Atatürk Devrimi Üçlemesi”nin 89’uncu yıldönümüydü.
Siyaset sahnesinde, hiç değilse güvendiğimiz Atatürkçü dağlara kar yağışı diner, bahar çiçekleri tomurcuklanır da ülkemizin yarınları için umutlanırız diye bekledik.
Ama, neredeyse kimsenin çıtı çıkmadı.
3 Mart 1924’te, TBMM’de kabul edilen birbirine bağlı yasalarla, “halifeliğe son verilmiş; Şeriye ve Evkaf Vekâletleri kaldırılmış; Eğitim Birliği sağlanmıştı”.
Bu “Atatürk Devrimi Üçlemesi” ile; henüz dört aylık Cumhuriyetimizin can suyu niteliğindeki çağdaş demokrasinin olmazsa olmaz kurumlarına / kurallarına kavuşmasının yolu açılmıştı.
TAŞIYICI KOLONLAR
Halifelik kaldırılmasaydı genç Türkiye Cumhuriyeti, tekli hukuk dizgesine geçip uluslararası hukukun bir parçası olamayacak; -demokrasinin özü, çekirdeği- laiklik kabul edilemeyecek (5 Şubat 1937); Türk Medenî Yasası (17 Şubat 1926) çıkarılamayacak, dolayısıyla da yurttaşlık ve kadın hakları sağlanamayacaktı.
Şeriye ve Evkaf Vekâletlerinin yerine, Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu; halkımıza Arap yaşam biçiminin dayatılması yerine gerçek dini, mezhep ayrımı yapmaksızın öğretilsin diye.
Eğitim Birliği (tevhid-i tedrisat) Yasası ile de din temelli Arapça ümmet / kul eğitiminden; çağdaş bilime, sanata dönük Türkçe, laik eğitime geçildi.
Oportünizm; çıkarları söz konusu olduğunda ilkelerini gevşetmek, demek.
Atatürk Devrimi Üçlemesi’nin öneminin ayırdında olmayan ya da Atatürk Devrimi‘ne karşı uzun yıllardır en azından bir kesimi duyarsızlaştırılan halkımıza, oy kaygısıyla dalkavukluk eden oportünist siyasetçiler!..
Gündelik söz dalaşlarından, birilerine sürekli laf yetiştirme aymazlığından kurtulun; ‘en çok ihtiyaç duyduğumuz’ birlik ve beraberliğin, Atatürk Devrimi çatısının altında olduğu gerçeğini algılayın artık.
Türk ulusuna, gün yirmi dört saat Atatürk Devrimini anlatın.
Cumhuriyetin taşıyıcı kolonlarına sahip çıkmazsak ikinci tarihsel enkazın altında hepimiz gibi sizler de kalacaksınız, unutmayın.
YAZIM / SESLETİM BİRLİĞİ
Birlik ve beraberlik; ana dilimizi ‘yabancı dilllerin boyunduruğundan kurtarmak’ üzere, öz Türkçe sözcükler türetmenin yanı sıra ana dilimizin yazımı (imla) ve sesletimi (telaffuz) için de ulusal bir gereksinim.
Büyük Atatürk, -günümüz Türkçesiyle- şöyle diyor:
“Ulusal duygu ile dil arasındaki bağ çok güçlüdür. Dilin ulusal ve varsıl olması, ulusal duygunun gelişiminde başlıca etkendir. Türk dili, dillerin en varsıllarındandır, yeter ki bu dil, bilinçle işlensin.”
Türk Dili Tetkik Cemiyeti; şimdiki adıyla Türk Dil Kurumu (TDK) bu amaçlara ulaşılması için kuruldu (12 Temmuz 1932).
TDK, 12 Eylül 1980 askerî darbesine değin işlevini başarıyla yerine getirdi.
O tarihte, öteki pek çok kurum gibi TDK da kapatıldı. Bir süre sonra Türk Tarih Kurumu (TTK) ile birleştirilerek sözümüz ona yeniden açıldı ama artık eski işlevinden çok uzaktı. (Kurumun yönetimine getirilen kimileri, eski TDK uzmanlarının kitaplarını, üzerlerine kendi adlarını yazarak yayımlatıp telif ücreti almaktan bile utanmadılar.)
TDK’DEN, İBRETLİK KILAVUZ
TDK’nin üzücü öyküsünü geniş olarak anlatmayı bir başka yazıya bırakarak şu kadarına değinelim:
Kurum’un yetkilileri, yine o yıllarda yayımladıkları yeni Yazım Kılavuzu’nu tanıtmak üzere, Anadolu Ajansı’nın (AA) Ankara Sıhhiye’deki merkez binasında bir basın toplantısı düzenlemişlerdi. Kılavuzla, “Şirket özel adları, eklerinden kesme imiyle (‘) ayrılmaz.” gibi yeni bir yazım kuralı da getiriliyordu. Bu konuda örnek kullanım olarak o zamanlar bir kamu iktisadî teşekkülü (KİT) olan mağazalar zinciri “Gima” sözcüğü veriliyordu; “Gimanın”…
Basından izlediğimiz kadarıyla bir gazeteci, toplantıda TDK yetkilisine, “Gima” ile “-nın” takısının arasına neden kesme imi (‘) konulmaması gerektiğini açıklamasını istemişti. Yetkilinin yanıtı, aşağı yukarı şöyle olmuştu:
— Biz Başbakanlığın son yıllardaki yazışmalarını inceledik; söz konusu kurumların adlarının hep böyle kesme işaretsiz olarak kaleme alındığını gördük. O yüzden de bu kuralı getirdik.
Gazeteci, “Başbakanlık dâhil ülkedeki bütün kurum ve kuruluşların, doğru Türkçe ile yazışmalarını sağlamak üzere önderlik etmesi, ‘yazım birliği’ni sağlaması gereken TDK yani siz değil misiniz?” diye yeni bir soru sordu mu, bilmiyoruz.
Bildiğimiz, TDK’nin daha sonraki yıllarda -Prof. Dr. Şükrü Haluk Akalın‘ın başkanlık döneminin dışında- nitelik yitiminin sürdüğü…
DİL YANLIŞLARIMIZ
Batı kökenli “gerilla” (Fr. guérilla); düzenli bir orduya karşı küçük birlikler hâlinde çatışan, hafif silahlarla donatılmış topluluk ve bu topluluktan olan kimse, demek.
Bir zamanlar, basının ‘amiral gemisi’ olarak nitelendirilen gazetemiz; birinci sayfa manşetinde koskoca puntolarla “gerillacı” başlığıyla yayımlanınca alay konusu olmuştu.
Birkaç hafta önce de aynı yanlışa bir tv kanalında düşüldüğünü gördük.
Şeytan dürttü; TDK’nın Güncel Türkçe Sözlük’üne bakalım, dedik. İnanılır gibi değil ama gerçek; TDK “gerillacı”yı, ‘gerilla savaşı yapan birliğe bağlı olan kimse’ diye açıklayarak doğru kabul ediyor.
Geçenlerde de benzer biçimde, üst düzey bir siyasetçimizin apartman görevlileriyle yaptığı toplantıda, şu sözcüğü kullandığını işittik:
“Rantiyeci”
Sözcüğün doğrusu “rantiye” (Fr. rentier) ya da “rantçı”; parasının veya malının mülkünün geliriyle geçinen kimse, demek. Öz Türkçesi: “getirimci”.
Neyse ki TDK, uydurma “rantiyeci” sözcüğüne sözlük ve yazım kılavuzlarında yer vermiyor. ‘Şimdilik’…
Sürekli toplum önüne çıkan kişileri, sayıları hiç de az olmayan ‘deneyimli tiyatrocu / sunucu’ dil uzmanlarımızdan yardım almaya çağırıyoruz. Onlar, Türkçemize gereken ciddilikte yaklaşırlarsa toplum da kendilerini daha çok ciddiye alacaktır.
GRAM GRAM ‘EPİGRAM’
Ne kadar yalansız Atatürkçülük
O kadar özgür, laik, barışçıl Türk.