Aykırı Durumlar

“Tarlakuşuydu Juliet / Gezip tarlada biraz uçtu / Sonra Romeo’nun kafasına pisledi / Ve gitti başka bir tarlaya kondu”

Ölümsüz aşkın tiyatro hâli, Shakespeare’in “Romeo ve Juliet”i… Birbirine düşman iki ailenin çocukları olan sevgililer, bir dizi talihsizlik sonucu ölümü seçmeyip de gizlice yaptıkları evliliği sürdürseler mutlu olurlar mıydı?

Efraim Kişon’un “Tarlakuşuydu Juliet” oyununa göre, ‘mutsuzlukta dibe vururlardı’!

Aşkın büyüsüyle kanatlanan, evlenince ayakları yere basan Juliet, kendini kakalı çocuk bezleri yıkarken bulacaktı! Dahası; tekdüze, renksiz bir yaşam, angaryaya dönüşen cinsellik, incir çekirdeğini doldurmayacak konularda bitmeyen tartışmalar, çatışmalar…

Romeo; Juliet’ten önce Rosaline’e ilgi duymaktaydı ama genç kız onu reddetmişti.

Juliet, kocasına soracaktı:

– Bazen dalıp gidince Rosaline’i mi düşünüyorsun? Keşke onunla evlenebilseydim diye…

– Hayır! Asıl sen cevap ver! Gizlice katıldığım baloda, arkadaşım Benvolio’ya neden göz süzüyordun?

Tagore, “Kaçarsın, kovalanırsın aşk olur.” demiş.

Bizim Âşık Veysel ise daha doğrusunu söylemiş:

“Seversin, kavuşamazsın aşk olur.”

ACI İLE ‘ÖLÜMÜNE AYDINLANMA’!

Aslında, öyküsü içler acısı bir canlı, tarlakuşu.

Bodrum’da kalebentliğe mahkûm edilen Cevat Şakir (Halikarnas Balıkçısı), “Mavi Sürgün”de (Bilgi Yayınevi, 2000) kendini tarlakuşuna benzetir.

İtalya’da, aralıksız ötmesi için tarlakuşlarının iki gözünü kızgın iğneyle dağlayıp kör ederlermiş. Bir kafese kapatılan hayvan, gözlerine örttüklerini sandığı paçavradan tırnaklarıyla kurtulmaya çalıştıkça büsbütün kan revan içinde kalırmış. Karanlığı aşma isteğiyle her kanat çırpışında kafese çarptıkça da telef olurmuş.

“… çünkü durunca karanlık, ökseci kuşçunun kara parmak ve avuçları gibi varlığını kavramaya koyulur. Öter, öter yaradılışa bütün canını, gönül cömertliğiyle harıl harıl döktükten sonra, boynu bükük, şu dar-ı dünyaya kör gözleri açık, aramızdan şükranla ayrılır. O da en kısa tanımıyla iyi insana benzer. Aldığı kadarını, hatta aldığından çoğunu dünyaya verir.”
Bu korkunç trajedi bize, günümüzde KHK ile işlerinden olan akademisyen Nuriye Gülmen ve ilkokul öğretmeni Semih Özakça’nın, hak ararken kapatıldıkları mahpus damındaki açlık grevini anımsatıyor.

Eğer Gülmen ile Özakça’yı yitirirsek toplumca bunun ağır vebali altında olacağız.

CAMİ ÇATLATAN KAZIKLAR

Üsküdar’daki Şemsi Ahmet Paşa Camii’nde, denizin doldurulup yaya yolu yapılmasına çalışılırken çatlaklar oluştu. Prof. Dr. İlber Ortaylı, “Buraya kazık çakılacaksa Mimar Sinan’ın zamanında âlâsı çakılırdı. Niye, Sinan denizi doldurmamış da sen dolduruyorsun!” dedi.

Aslında, İstanbul’da denizin doldurularak yapıldığı rivayet edilen, Tophane’deki Kılıç Ali Paşa Camii (açılış yılı 1580) var. Yine Mimar Sinan’ın, Ayasofya’nın bir minyatürü olarak yaptığı bu cami, şimdi Boğaz kıyısından en az yüz metre içeride.

Yani, gözümüzü ne toprak doyurabilmiş ne de deniz!

Tanrı sonumuzu hayretsin.

GRAM GRAM ‘EPİGRAM’

Yitirmesin ‘ad’ını / Bir ülkede ‘ad-alet’ / Olur aydın başlarını / Budayan keskin ‘alet’!